Kaleden Prizren |
Âsitâne,
İstanbul için saltanat merkezi, payitaht
anlamında kullanılan bir kelimedir. Prizren’deki bir dergâh için de aynı
kelimenin kullanılması dikkatimi çekti.
Prizren’e
gelince, âsitâne olarak tanınan bu tarihi mekâna, Makedonya’da ziyaret
ettiğimiz diğer dergâhlardan farklı olduğunu düşünerek heyecanla gittik.
Dergâh,
kapısından itibaren insanı hemen etkisi altına alıyor. Prizren’in tarihi Taş
Köprüsü’nü geçince devam eden yol üzerinde, merkezî bir yerde bulunan dergâhın
üç asırdan fazla bir zamandır hizmet verdiği biliniyor. Prizren’in her
tarafında vanasız, gürül gürül akan çeşme ve şadırvanları burada da görülüyor.
Devamlı akan suların şırıltısı ve serinliği avluya bambaşka bir hava veriyor.
Taş döşenmiş
avludaki mermer şadırvan, karşısındaki yılanlı çeşme ve şadırvanı çeviren dövme
demirden yapılmış çok güzel parmaklıklar içeri girenleri hemen etkisi altına
alıyor. Girişin solunda kalan ve diğer yüzü sokağa bakan türbeler kısmının
pencereleri, ahşap parmaklıklarla kaplanmış. Renk ve biçim olarak dövme demir
etkisi veren bu parmaklıklar gerçekten ustaca yapılmış.
Türbelerin
devamında sohbet odaları ve bunların üzerinde ikinci kat olarak inşa edilmiş
misafir odaları bulunmakta... Karşı tarafta dergâhın semahanesi yer alıyor.
Semahanenin bir cami içinde olması gereken birçok elemana sahip olduğu
görülüyor. Mihrap Türkiye’den getirilen çinilerle yakın zamanda yapılmış.
Duvardan duvara döşenmiş halı üzerinde pöstekiler de görülüyor. Arka tarafta
balkon şeklindeki kısım, camilerdeki kadınlar bölümü gibi görülüyor. Camide
olup ta burada bulunmayan belli başlı şeylerden biri minberdir diye
düşünüyorum. Tabi burada, camilerdeki dört halife levhalarından, sadece hazreti
Ali levhasının olduğunu da söylemek gerekir.
Duvara
yapılmış camekânlarda, eskilerden kalmış derviş aletleri ve kıyafetleri
sergileniyor. Zikir esnasında kullanılan, kudüm, def gibi müzik aletleri ayrı
bir köşede duruyor. Semahanenin arka tarafında ailenin eski evi ve ikinci bir
avlu bulunuyor. Girişin sağındaki çatısında güneş enerjisi donanımı bulunan son
derece güzel evin, şeyh için yeni inşa edildiğini öğreniyoruz.
Bu lüks ev,
arka avludaki lüks arabalar ekonomik sıkıntı içinde kıvranan Prizren ile tezat
teşkil ediyor.
Bulunduğu
mevki ve sahip olduğu birimlerle insanı sarıp kavrayan havası, bir yaz
akşamında bizi de etkisi altına aldı. İçeri girdiğimizde şadırvan başında,
kahvelerini içen, kimisi keçe külahlı insanları görünce başka bir zamana gelmişiz
gibi bir hisse kapıldık.
Yabancısı
olduğumuz bu diyarda, bize bir otele buldular. Teşekkür edip ayrılırken,
tekkede sabah namazı kılmak istediğimi, namazın saat kaçta kılındığını sorunca büyük
bir şaşkınlık yaşadık. “Dergâhta sabah namazı kılınmıyor” cevabına şaşırmaktan
başka ne yapabiliriz ki... Daha sonra diğer vakit namazlarının da kılınmadığını
öğreniyoruz. Sadece perşembe akşamları zikir yapıldığını ifade ettiler. Tabi
kendi usullerine göre kendi içlerinde yaptıkları sohbet ve törenler de olduğunu
belirtmek gerekir. Makedonya’da, Ohri ve Struga’da ziyaret ettiğimiz bazı dergâhlarda
beş vakit ezan okunup namaz kılındığına şahit olduğumuz için buradaki
uygulamaya bir mana veremedik.
Ertesi
gün bizi, İstanbul’da yaşayan Şeyh efendi karşılayıp bilgiler verdi. Şeyh Efendi, ağabeyi olan eski şeyh vefat
edince, yerine şeyh olarak oturtulan kendi oğlunun artık içki içmeyi
yasakladığını, mensupların namaz öğrenmeleri için bilgisayardan notlar
çıkardığını anlattı. Bu anlatılanlardan burada içki içildiğini, namaz
kılınmadığını anlamak zor olmaz herhalde…
Hele Şeyh
Efendinin; “namaz kılmayı öğrensinler, ister kılsınlar ister kılmasınlar, yeter
ki bizi yabancılar içinde utandırmasınlar” şeklindeki ifadesi bizde büyük bir
hayal kırıklığı yarattı. Allah için değil başkalarına göstermek için namaz
kılınmasını isteyen bir din adamı düşünemezdim. Allah'ın emri olduğu için değil, çevreye uyum için, çıkarlar zedelenmesin diye kılınan namazın kime ne hayrı olur.
İslâm’ın temel
şartlarından bile habersiz bir insan, hangi cesaretle insanların dünya ve ahret
hayatı üzerinde tasarrufta bulunabiliyor, şaşmamak mümkün değil. Kendisi
İstanbul’da görev yaparken, yirmili yaşlarda olan ve hiçbir eğitimi bulunmayan
oğlunu Prizren’e şeyh olarak oturtması aklımıza başka şeyler getiriyor.
Dergâh
bir ticarethane vitrini gibi dekore edilmiş. Türkiye’den getirtilen mihrap çinileri,
şadırvanın tarihi mermeri yerine İstanbul’da yaptırılıp konan yeni mermer,
restore edilen türbeler ve diğer kısımlar bu vitrinin bir parçası. Hatta
dergâhın kurucusu olan Şeyh Efendinin tarihi tacı yerine daha büyük, daha
gösterişli bir tacın konması da bu düşüncenin göstergesidir sanırım...
Türbe
binası içinde başta tekke kurucusu olan Şeyh olmak üzere, ölen son şeyh ve orada
yaşamış olan diğer şeyhlerle, burada vefat etmiş misafir tarikat büyükleri
yatmakta...
Türbeye
girerken kapı pervazları öpülüyor; bunu bir de Hacı Bektaş türbesinde
görmüştüm. Bununla beraber, Türbe içindeki bir kapak dikkatimizi çekiyor. Türbe
süpürüldüğünde süpürge torbasında biriken tozlar çöpe atılmayıp bu kapaktan
tabanın altına atılıyor. Yani türbenin tozu bile kutsallaştırılıyor.
Emaneti
sahibine ulaştırmak İslâm’ın temel kurallarından biridir. Peygamber efendimiz
hicret edeceği zaman yatağına hazreti Ali’yi yatırarak müşrikleri şaşırtır.
Bunun bir diğer sebebi de peygamber efendimize kıymetli eşyalarını emanet etmiş
olan Mekkelilerin emanetlerini sahiplerine ulaştırmaktır. Bu emanet sahipleri
Müslüman olmamalarına rağmen emanetleri sahiplerine ulaştırmak için hazreti Ali
hayatını tehlikeye atıyor.
1953
göçünde Türkiye’ye göç söz konusu olduğu zaman, para ve altın getirmek Komünist
Yugoslav hükümeti tarafından kısıtlanıyor. Türkiye’ye göç ederken özellikle
altın getirmek için çeşitli yollar deneniyor. Altın her yerde değerini koruduğu
için göç edecek olanlar özellikle paralarını altına çevirmek istemektedirler. Fakat
Komünist yönetimin sıkı takibi ve ağır cezaları onları korkutmaktadır.
Özellikle pasaportlarının iptal edilme korkusu çok büyüktür.
Türkiye’deki
hayatlarına daha iyi şartlarla başlamak isteyen insanlar her yolu deniyorlar.
Bazı kişiler, özellikle bu dergâha bağlı olanlar, paralarını buraya teslim
ediyorlar. Paralarını altına çevirip Türkiye’ye ulaştırma vaadine ister istemez
kanıyorlar. Çünkü altını bulmak yetmiyordu. Bir de bunları çok sıkı arama
yapılan gümrüklerden geçirmek gerekiyordu.
Babamın amcası,
adaşım rahmetli Hüseyin Şirvan da bir miktar parayı bu dergâha teslim ediyor.
Olayın şahidi olan Rahmetli babamın bana ifade ettiğine göre, İstanbul’a
varıldığında altın ellerinde olacaktır. Hüseyin amca öldü gitti, emanet
kendisine ulaşmadı. Kimse gelip kendisi ile helâlleşmedi. Sorumlu kişilerin
veya varislerinin helallik almaları şarttır diye düşünüyorum. Dünyada
görülmeyen hesabın, Hak huzurunda görüleceği şüphesizdir.
Dış
görünüşüyle ilk anda bizi etkisi altına alan bu mekânı, içi boş dışı süslü
kâğıtlarla sarılmış bir ambalaja benzettik. Büyük bir hayal kırıklığı yaşayıp
üzüldük. Allah ıslah etsin demekten başka bir şey gelmedi, gelmiyor
elimizden...
Hüseyin Şirvan
5 12 2006
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder