Sizlerle 2002’de gittiğimiz Nürnberg’le ilgili
izlenimlerimi, yine o tarihlerde yazdığım yazıyla paylaşmak istiyorum.
12 Ekim 2002
Günlerdir,
hatta haftalardır moda tabirle yoğun bir “stres
yaşıyoruz.” Hayatımdaki ilkler beni daima endişelendirmiştir. İlk
pasaportumuzu aldık, ilk defa bir elçiliğe gittik, ilk defa uçağa binip yine
ilk defa yurtdışına çıkacağız. Birçok şey bizim
için karanlık... Antalya’dan uçağa bindiğimizde bu “ilklerin” verdiği heyecan
birden yok oldu. Hele Nürnberg havaalanında on beşinci kuruluş Yıldönümleri
faaliyetleri çerçevesinde oğlum Alper Şirvan’ı sergi açmak üzere onur konuğu
olarak davet eden “Türk-Alman Özürlüleri
Entegrasyon Derneği” başkanı Kamile Erdemir’i karşımızda görünce iyice
rahatladık.
Kaldığımız "Gençlik Oteli" |
O an, zaman ve mekân bizim için iyice
karışıyor. Parke taşı bir yol, taş kaldırımlar ve sivri kemerli geniş bir
kapısı olan bir ortaçağ yapısı... Ortalığı aydınlatan, içinde mum yandığı
hissini veren eski tip lambalar dekoru tamamlıyor. Sanki zaman tünelinden
geçerek eski zamanlara gittik. Etrafımızda modern otomobiller olmasa
kaldırımları şakırdatan nal sesleriyle eski tip atlı arabaların ve atlı
şövalyelerin ortaya çıkacağı hissine kapılacağım.
İçlerinde mum yerine ampul bulunan eski tip
lambaların aydınlattığı kapıdan girince şaşkınlığımız devam etti. Kırmızı kesme
taştan yapılmış kalın sütunların taşıdığı sivri kemerler karşılıyor bizi...
Kemerler, kırmızı tuğladan örülmüş. Tavanda filmlerde gördüğümüz araba
tekerleği gibi yuvarlak, üzerinde ampuller bulunan lambalar var. İki tarafta
ağır taş merdivenler hemen dikkati çekiyor.
Kaldığımız bina, bir 15. yy. yapısı... “Kayserburg” denilen kral sarayının
hemen yanında hanedan mensuplarının malikânesi olarak inşa edilmiş. Kırmızı taş
ve yer yer tuğla kullanılmış. Binanın ana gövdesinde üç, sivri çatısında dört
katı olan bu yapının iki tarafında kuleler yükseliyor.
Çatıdaki katların pencereleri çatının üzerine açılıyor ve çatıda çok güzel bir
doku oluşturuyor. Ayrıca düz olarak yapılmış sivri uçlu kiremitler de yalnız bu
yapıda değil bütün yapılarda hoş tekrarlar meydana getirerek çatılara güzel bir
hava kazandırıyor. Bölgede yoğun kar yağışı olmasından dolayı çok sivri olarak
inşa edilen çatılardan iç mekânda da faydalanıp yapılara ayrıca görünüş
zenginliği kazandırılmış.
Bizim kaldığımız bina, şimdi “Gençlik Oteli” olarak kullanılıyor.
Odalar bölünmüş, ayrıca bazı odaların, engellilere uygun banyo ve tuvaletleri
var. Yapının özelliğini bozmayacak şekilde engelli asansörü de düşünülmüş.
Kadınlar Kilisesi |
Gotik
tarzı bir yapıda kalacak olmamız, yıllarca sanat tarihi derslerinde Gotik
sanatı anlatmış bir öğretmen olarak benim için büyük bir ödül oldu.
Nürnberg,
Avrupa’da “en iyi korunmuş ortaçağ şehri”
seçilmiş. İkinci dünya savaşında bombalanan binalar daha sonra asıllarına uygun
olarak yeniden yapılmışlar. Tarihî doku
korunup şehir gelişimi tarihî çevrenin dışına yönlendirilmiş. Eski Nürnberg’i
çevreleyen surlar ve bunlar üzerindeki yapılar çok iyi korunarak,
orijinalliğinin bozulmaması için her türlü tedbir alınmış. Surların
etrafını çevreleyen eski su hendeklerinin her tarafı değerlendirilerek birçok
etkinliğin yapılacağı alanlar haline getirilmiş. Voleybol sahaları, basketbol
potaları, masa tenisi masaları hemen göze çarpıyor.
Kaldığımız bina ve şimdi müze olan kral
sarayı (Burg), şehre hâkim bir tepede
bulunuyorlar.
Surlarda Kule |
Buradan baktığımızda hemen dikkatimizi çeken sivri
çan kuleleri ve çatılarıyla kiliseler oldu. Yer yer kubbeli yapılar da
görülüyor. Üzerinde pencere çıkıntıları olan sivri çatılarıyla evler de şehre
ayrı bir hava kazandırıyor.
Düzenli ve çok güzel bir şehir olduğu ilk
bakışta anlaşılıyor.
Kemer üstünde inek heykeli |
Nürnberg’i
gezdikçe, bir “heykeller şehri”
olduğunu görüyoruz. Kiliselerin dış duvarları, pencere ve kapı kemerleri, kemer
yanları ve yapıların içi, yüzlerce heykelle donatılmış. Ayrıca sivil yapıların,
değişik yerlerinde ufak-büyük çok sayıda heykeller görülüyor. Köprülerde,
meydanlarda, havuz kenarlarında ilgili-ilgisiz her tarafta sayılamayacak kadar
çok heykel göze çarpıyor. Dinî heykeller yanında her türlü konuyu işleyen
heykel görmek mümkün. Bir köprü girişindeki kemer üstüne oturtulmuş inek
heykeli, fırtınaya tutulmuş teknedeki insan heykelleri gibi çok değişik konuda heykeller
var.
En çok ilgimizi çeken ise, bir havuz
etrafına sıralanmış çok sayıda heykelden oluşan heykel grubu oldu. Bu
heykeller mitolojik figür ve objelerden oluşuyor. Bu harika heykel grubunun, “evliliğin zorluklarını anlatan bir
şiirin” heykellerle yorumu olduğunu öğrenince şaşkınlık ve hayranlığımız
daha da arttı.
Şiirin Heykeli |
Bence
bizim kültürümüzün en büyük eksiği heykel sanatının olmayışıdır. İslâmiyet
öncesi bir heykel sanatından söz edilebilir ama İslâmiyet’le birlikte heykel
sanatı tamamen terk edilmiş. Cumhuriyetle birlikte bizde de heykeller yapılmaya
başlandı ama ne kadar geliştiği ve kabul gördüğü ortada. Hâlâ her heykeli put
sayan anlayış çoğunlukta... Bursa’da,
Yıldırım Bayezid heykelinin yapıldığı günlerde bir öğretmen arkadaşımın “harcanan paraya yazık” demesi ne kadar
üzücüydü…
Heykel sanatı bir kültür zenginliğidir. Keşke
bizde de heykel sanatı gelişmiş olsaydı. Şehirlerimizde anıtsal heykeller
yanında her türlü konuyu işleyen heykellerimiz olsaydı... Okumayı sevmeyen insanımıza bazı şeyleri gözle
görülür, elle tutulur objelerle anlatmış olurduk.
Nürnberg’te
kiliselerin içlerinde heykellerden başka dinî konulu çok sayıda, çoğu eski
dönemlere ait birçok resim de var. Vitraylar ve diğer resimler, her şey
figüratif... Her şey insan vücudu ile anlatılmış. Somut ifade tam manasıyla
ağır basıyor.
2000’de Konya-Aksaray arasında bulunan “Sultan Hanı” gezmiştim.
Tamamen kesme taştan inşa edilmiş bir yapı... Kapısı, “Taç kapı” denilen Selçuklu dönemi yapılarının genel kapı biçimine
çok iyi örnek gösterilebilecek bir kapıdır.
Kapı, ince taş işçiliği ile tamamen süslenmiş.
Kullanılan motifler, stilize bitki motifleri ve çeşitli geometrik şekillerden
oluşuyor. Geometrik şekiller öyle geniş bir şekilde devamlılık gösteriyor ki,
hareket noktası olan şekil kaybolup yepyeni bir bütün meydana getiriyor. Bitki
motifleri de çok eski Türk süsleme sanatının o güne göre uygulanması olarak
karşımıza çıkıyor. Bitki ve çiçek şekilleri olduğu gibi alınmayıp sanatçı
tarafından yorumlanıyor. Fazlası atılıp ilaveler yapılıyor ve böylece yepyeni
biçimler ortaya çıkıyor. Burada tabiat, olduğu gibi değil, soyutlanarak ifade
ediliyor. Somut değil, soyut bir ifade
anlayışı var.
Türk
Sanatının daha sonraki dönemlerindeki yapılarda da aynı anlayışın sürdüğünü
görüyoruz. Yalnız, her devir kendi
anlayış ve özelliklerine göre temel anlayış aynı kalmak şartıyla değişiklikler
yaparak sanattaki “başkasına benzememe, özgünlük”
özelliğini koruyor. Tabi son asırlarda bu durum maalesef korunamamıştır.
St.Sebalder Kilisesinin kapısına bakarken aklımdan
bunlar geçiyor. St.Sebalder Kilisesinin kapısı da taş
işçiliğiyle süslenmiş. İç içe geçmiş sivri kemerler kapının esasını
oluşturuyor. Burada da hareket noktası tabiat ama tabiatı somut olarak işlemişler.
Ağırlıkla insan vücudu sergileniyor. Her köşe, her boşluk, kemer kenarları
çeşitli insan figürleri ile doldurulmuş. Bu somut çalışmalarda da sanatçıların
yorumları var. Işık gölge açısından baktığımızda her iki sanatta da aynı
zenginliği görüyoruz. Fakat buradaki somut uygulama insana farklı duygular
yaşatıyor.
Türk Sanatında, somuttan, soyut bir
bütünlüğe giden bir özellik olduğunu söyleyebiliriz.
Türk Sanatı ile Batı sanatının en büyük farkı bu herhalde... Biri soyut, diğeri
ise somut… Türk Sanatında da figüratif çalışmalar olmasına rağmen bunlarda da
figürler olduğu gibi ifade edilmemiştir.
Nürnberg’te
binalar, yollar ve kaldırımlar çok güzel düzenlenmiş. Kaldırımlar çok alçak
olmasına rağmen kaldırıma park etmiş araba görmedik. Bütün resmi ve özel
bina girişleri engellilere uygun olarak yapılmış. Binalardaki çok büyük ve modern
asansörlere hayran kaldık. Her yerde bir sistem ve düzen göze çarpıyor. Bu
düzenin bozulmasına kesinlikle izin verilmiyor. Yanlış yapan cezasına katlanıyor.
Şehri ikiye
bölen Pegnitz nehrinin üzerinde birçok köprü bulunuyor. Bir iki ahşap köprü
dışında hemen hepsi kesme taştan inşa edilmiş. Köprülerde de heykeller
yoğunlukta... Bir köprü, Bursa’daki üzerinde dükkânlar bulunan Irgandı köprüsüne
çok benziyor. Köprü üzerinde eski evler
bulunuyor ve bir kuleye açılıyor. Bu köprünün “Cellât Köprüsü” olduğunu öğreniyoruz. Eski dönemlerde idam
mahkûmları bu köprüden geçirilip sonundaki kulede cellâda teslim edilirmiş. Hikâyesinin
aksine, çok şirin ve güzel bir köprü…
Yapıların
genel görünüşlerine baktığımızda bir sertlik ve ağırlık göze çarpıyor. Sivri
çatı ve kuleler, çıkıntılarla alabildiğine sertleştirilmiş. Kalın ve ağır taş
bloklar yapılara masif bir blok görüntüsü veriyor. Tabiatla yapılar arasında
bir zıtlaşma var gibi. Tabiata karşı koyma, inadına var olma gibi bir düşünceyi
çağrıştırıyor insana... Yapılar, Almanya’da
çok rağbet gören “entegrasyon”
kavramına ters bir anlayışta sanki. Tabiata entegre olmak yerine ona karşı gelip
isyan etmişler sanki. Ben bu duygulara kapıldım.
Buraların
iklim şartlarına baktığımızda ise böyle yapılarak iklime uyum sağlandığını da
söyleyebiliriz. Buradaki sert iklim şartları bazı şeyleri zorunlu hale
getiriyor. Ağır yapılar, sivri çatılar ve
binalardaki diğer sivrilikler gibi. Aşırı kar yağışına karşı alınacak en güzel
tedbir sivri çatıdan başka ne olabilir.
Söylenenlere göre özgürlükler(!) ülkesi
Almanya’da her türlü düşünce yaşama şansı buluyor. Ama bir entegrasyondur almış
başını gidiyor. Almanlar, “bana entegre
olduğun oranda düşünceni yaşayabilirsin” demeye getiriyor. Her millet kendi
dilini konuşuyor ama ortak anlaşma dili Almanca... Herkesin Almanca öğrenmesi
zorunlu hale getiriliyor. Derneğin düzenlediği törende Nürnberg belediye
başkanının temsilcisinin yaptığı konuşmanın temeli yine entegrasyondu. İnsan, ister istemez “asimilasyon diyemedikleri için entegrasyon mu diyorlar acaba?” diye
düşünüyor.
Hüseyin
ŞİRVAN
Kasım-2002
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder