17 Mart 2015 Salı

NÜRNBERG’TE GEZERKEN… (Ekim 2002)

            Sizlerle 2002’de gittiğimiz Nürnberg’le ilgili izlenimlerimi, yine o tarihlerde yazdığım yazıyla paylaşmak istiyorum.

12 Ekim 2002


Günlerdir, hatta haftalardır moda tabirle yoğun bir “stres yaşıyoruz.” Hayatımdaki ilkler beni daima endişelendirmiştir. İlk pasaportumuzu aldık, ilk defa bir elçiliğe gittik, ilk defa uçağa binip yine ilk defa yurtdışına çıkacağız. Birçok şey bizim için karanlık... Antalya’dan uçağa bindiğimizde bu “ilklerin” verdiği heyecan birden yok oldu. Hele Nürnberg havaalanında on beşinci kuruluş Yıldönümleri faaliyetleri çerçevesinde oğlum Alper Şirvan’ı sergi açmak üzere onur konuğu olarak davet eden “Türk-Alman Özürlüleri Entegrasyon Derneği” başkanı Kamile Erdemir’i karşımızda görünce iyice rahatladık.
     
Kaldığımız "Gençlik Oteli"
Kamile hanımın oğlu Hasan’ın kullandığı otomobille Nürnberg’in bizim için tamamen yabancı caddelerinde karanlığı yararak ilerliyoruz. Hasan, tek yönlü yollar sebebiyle gideceğimiz yere ulaşmada zorlansa da nihayet konaklayacağımız binanın önüne geliyoruz.
 O an, zaman ve mekân bizim için iyice karışıyor. Parke taşı bir yol, taş kaldırımlar ve sivri kemerli geniş bir kapısı olan bir ortaçağ yapısı... Ortalığı aydınlatan, içinde mum yandığı hissini veren eski tip lambalar dekoru tamamlıyor. Sanki zaman tünelinden geçerek eski zamanlara gittik. Etrafımızda modern otomobiller olmasa kaldırımları şakırdatan nal sesleriyle eski tip atlı arabaların ve atlı şövalyelerin ortaya çıkacağı hissine kapılacağım.
İçlerinde mum yerine ampul bulunan eski tip lambaların aydınlattığı kapıdan girince şaşkınlığımız devam etti. Kırmızı kesme taştan yapılmış kalın sütunların taşıdığı sivri kemerler karşılıyor bizi... Kemerler, kırmızı tuğladan örülmüş. Tavanda filmlerde gördüğümüz araba tekerleği gibi yuvarlak, üzerinde ampuller bulunan lambalar var. İki tarafta ağır taş merdivenler hemen dikkati çekiyor.
Kaldığımız bina, bir 15. yy. yapısı... “Kayserburg” denilen kral sarayının hemen yanında hanedan mensuplarının malikânesi olarak inşa edilmiş. Kırmızı taş ve yer yer tuğla kullanılmış. Binanın ana gövdesinde üç, sivri çatısında dört katı olan bu yapının iki tarafında kuleler yükseliyor. Çatıdaki katların pencereleri çatının üzerine açılıyor ve çatıda çok güzel bir doku oluşturuyor. Ayrıca düz olarak yapılmış sivri uçlu kiremitler de yalnız bu yapıda değil bütün yapılarda hoş tekrarlar meydana getirerek çatılara güzel bir hava kazandırıyor. Bölgede yoğun kar yağışı olmasından dolayı çok sivri olarak inşa edilen çatılardan iç mekânda da faydalanıp yapılara ayrıca görünüş zenginliği kazandırılmış.
Bizim kaldığımız bina, şimdi “Gençlik Oteli” olarak kullanılıyor. Odalar bölünmüş, ayrıca bazı odaların, engellilere uygun banyo ve tuvaletleri var. Yapının özelliğini bozmayacak şekilde engelli asansörü de düşünülmüş.
Kadınlar Kilisesi
 Gotik tarzı bir yapıda kalacak olmamız, yıllarca sanat tarihi derslerinde Gotik sanatı anlatmış bir öğretmen olarak benim için büyük bir ödül oldu.  
Nürnberg, Avrupa’da “en iyi korunmuş ortaçağ şehri” seçilmiş. İkinci dünya savaşında bombalanan binalar daha sonra asıllarına uygun olarak yeniden yapılmışlar. Tarihî doku korunup şehir gelişimi tarihî çevrenin dışına yönlendirilmiş. Eski Nürnberg’i çevreleyen surlar ve bunlar üzerindeki yapılar çok iyi korunarak, orijinalliğinin bozulmaması için her türlü tedbir alınmış. Surların etrafını çevreleyen eski su hendeklerinin her tarafı değerlendirilerek birçok etkinliğin yapılacağı alanlar haline getirilmiş. Voleybol sahaları, basketbol potaları, masa tenisi masaları hemen göze çarpıyor.
Kaldığımız bina ve şimdi müze olan kral sarayı (Burg),  şehre hâkim bir tepede bulunuyorlar. 
Surlarda Kule
Buradan baktığımızda hemen dikkatimizi çeken sivri çan kuleleri ve çatılarıyla kiliseler oldu. Yer yer kubbeli yapılar da görülüyor. Üzerinde pencere çıkıntıları olan sivri çatılarıyla evler de şehre ayrı bir hava kazandırıyor.
Düzenli ve çok güzel bir şehir olduğu ilk bakışta anlaşılıyor.
Kemer üstünde inek heykeli
Nürnberg’i gezdikçe, bir “heykeller şehri” olduğunu görüyoruz. Kiliselerin dış duvarları, pencere ve kapı kemerleri, kemer yanları ve yapıların içi, yüzlerce heykelle donatılmış. Ayrıca sivil yapıların, değişik yerlerinde ufak-büyük çok sayıda heykeller görülüyor. Köprülerde, meydanlarda, havuz kenarlarında ilgili-ilgisiz her tarafta sayılamayacak kadar çok heykel göze çarpıyor. Dinî heykeller yanında her türlü konuyu işleyen heykel görmek mümkün. Bir köprü girişindeki kemer üstüne oturtulmuş inek heykeli, fırtınaya tutulmuş teknedeki insan heykelleri gibi çok değişik konuda heykeller var.   
En çok ilgimizi çeken ise, bir havuz etrafına sıralanmış çok sayıda heykelden oluşan heykel grubu oldu. Bu heykeller mitolojik figür ve objelerden oluşuyor. Bu harika heykel grubunun, “evliliğin zorluklarını anlatan bir şiirin” heykellerle yorumu olduğunu öğrenince şaşkınlık ve hayranlığımız daha da arttı.
Şiirin Heykeli
Bence bizim kültürümüzün en büyük eksiği heykel sanatının olmayışıdır. İslâmiyet öncesi bir heykel sanatından söz edilebilir ama İslâmiyet’le birlikte heykel sanatı tamamen terk edilmiş. Cumhuriyetle birlikte bizde de heykeller yapılmaya başlandı ama ne kadar geliştiği ve kabul gördüğü ortada. Hâlâ her heykeli put sayan anlayış çoğunlukta... Bursa’da, Yıldırım Bayezid heykelinin yapıldığı günlerde bir öğretmen arkadaşımın “harcanan paraya yazık” demesi ne kadar üzücüydü…
Heykel sanatı bir kültür zenginliğidir. Keşke bizde de heykel sanatı gelişmiş olsaydı. Şehirlerimizde anıtsal heykeller yanında her türlü konuyu işleyen heykellerimiz olsaydı...  Okumayı sevmeyen insanımıza bazı şeyleri gözle görülür, elle tutulur objelerle anlatmış olurduk.  
Nürnberg’te kiliselerin içlerinde heykellerden başka dinî konulu çok sayıda, çoğu eski dönemlere ait birçok resim de var. Vitraylar ve diğer resimler, her şey figüratif... Her şey insan vücudu ile anlatılmış. Somut ifade tam manasıyla ağır basıyor.
2000’de Konya-Aksaray arasında bulunan “Sultan Hanı” gezmiştim. Tamamen kesme taştan inşa edilmiş bir yapı... Kapısı, “Taç kapı” denilen Selçuklu dönemi yapılarının genel kapı biçimine çok iyi örnek gösterilebilecek bir kapıdır.
 Kapı, ince taş işçiliği ile tamamen süslenmiş. Kullanılan motifler, stilize bitki motifleri ve çeşitli geometrik şekillerden oluşuyor. Geometrik şekiller öyle geniş bir şekilde devamlılık gösteriyor ki, hareket noktası olan şekil kaybolup yepyeni bir bütün meydana getiriyor. Bitki motifleri de çok eski Türk süsleme sanatının o güne göre uygulanması olarak karşımıza çıkıyor. Bitki ve çiçek şekilleri olduğu gibi alınmayıp sanatçı tarafından yorumlanıyor. Fazlası atılıp ilaveler yapılıyor ve böylece yepyeni biçimler ortaya çıkıyor. Burada tabiat, olduğu gibi değil, soyutlanarak ifade ediliyor. Somut değil, soyut bir ifade anlayışı var.
Türk Sanatının daha sonraki dönemlerindeki yapılarda da aynı anlayışın sürdüğünü görüyoruz. Yalnız, her devir kendi anlayış ve özelliklerine göre temel anlayış aynı kalmak şartıyla değişiklikler yaparak sanattaki “başkasına benzememe, özgünlük” özelliğini koruyor. Tabi son asırlarda bu durum maalesef korunamamıştır.
St.Sebalder Kilisesinin kapısına bakarken aklımdan bunlar geçiyor. St.Sebalder Kilisesinin kapısı da taş işçiliğiyle süslenmiş. İç içe geçmiş sivri kemerler kapının esasını oluşturuyor. Burada da hareket noktası tabiat ama tabiatı somut olarak işlemişler. Ağırlıkla insan vücudu sergileniyor. Her köşe, her boşluk, kemer kenarları çeşitli insan figürleri ile doldurulmuş. Bu somut çalışmalarda da sanatçıların yorumları var. Işık gölge açısından baktığımızda her iki sanatta da aynı zenginliği görüyoruz. Fakat buradaki somut uygulama insana farklı duygular yaşatıyor.
Türk Sanatında, somuttan, soyut bir bütünlüğe giden bir özellik olduğunu söyleyebiliriz. Türk Sanatı ile Batı sanatının en büyük farkı bu herhalde... Biri soyut, diğeri ise somut… Türk Sanatında da figüratif çalışmalar olmasına rağmen bunlarda da figürler olduğu gibi ifade edilmemiştir.

        Nürnberg’te binalar, yollar ve kaldırımlar çok güzel düzenlenmiş. Kaldırımlar çok alçak olmasına rağmen kaldırıma park etmiş araba görmedik. Bütün resmi ve özel bina girişleri engellilere uygun olarak yapılmış. Binalardaki çok büyük ve modern asansörlere hayran kaldık. Her yerde bir sistem ve düzen göze çarpıyor. Bu düzenin bozulmasına kesinlikle izin verilmiyor. Yanlış yapan cezasına katlanıyor.
           Şehri ikiye bölen Pegnitz nehrinin üzerinde birçok köprü bulunuyor. Bir iki ahşap köprü dışında hemen hepsi kesme taştan inşa edilmiş. Köprülerde de heykeller yoğunlukta... Bir köprü, Bursa’daki üzerinde dükkânlar bulunan Irgandı köprüsüne çok benziyor. Köprü üzerinde eski evler bulunuyor ve bir kuleye açılıyor. Bu köprünün “Cellât Köprüsü” olduğunu öğreniyoruz. Eski dönemlerde idam mahkûmları bu köprüden geçirilip sonundaki kulede cellâda teslim edilirmiş. Hikâyesinin aksine, çok şirin ve güzel bir köprü…   
Yapıların genel görünüşlerine baktığımızda bir sertlik ve ağırlık göze çarpıyor. Sivri çatı ve kuleler, çıkıntılarla alabildiğine sertleştirilmiş. Kalın ve ağır taş bloklar yapılara masif bir blok görüntüsü veriyor. Tabiatla yapılar arasında bir zıtlaşma var gibi. Tabiata karşı koyma, inadına var olma gibi bir düşünceyi çağrıştırıyor insana... Yapılar, Almanya’da çok rağbet gören “entegrasyon” kavramına ters bir anlayışta sanki. Tabiata entegre olmak yerine ona karşı gelip isyan etmişler sanki. Ben bu duygulara kapıldım.  
Buraların iklim şartlarına baktığımızda ise böyle yapılarak iklime uyum sağlandığını da söyleyebiliriz. Buradaki sert iklim şartları bazı şeyleri zorunlu hale getiriyor. Ağır yapılar, sivri çatılar ve binalardaki diğer sivrilikler gibi. Aşırı kar yağışına karşı alınacak en güzel tedbir sivri çatıdan başka ne olabilir.  
Söylenenlere göre özgürlükler(!) ülkesi Almanya’da her türlü düşünce yaşama şansı buluyor. Ama bir entegrasyondur almış başını gidiyor. Almanlar, “bana entegre olduğun oranda düşünceni yaşayabilirsin” demeye getiriyor. Her millet kendi dilini konuşuyor ama ortak anlaşma dili Almanca... Herkesin Almanca öğrenmesi zorunlu hale getiriliyor. Derneğin düzenlediği törende Nürnberg belediye başkanının temsilcisinin yaptığı konuşmanın temeli yine entegrasyondu. İnsan, ister istemez “asimilasyon diyemedikleri için entegrasyon mu diyorlar acaba?” diye düşünüyor. 


Hüseyin ŞİRVAN
Kasım-2002

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder