31 Ekim 2025 Cuma

BABAM ABBAS ŞİRVAN’IN YUGOSLAVYASI

 

1955

Rahmetli babam, (Hasan Ağanın Abaz, Marangoz Abbas, Abbas Şirvan) memleket hakkında konuşmayı severdi. Gençliğinde oralarda çok sıkıntı çektiği için hiç gitmek istemese de yaşadıklarının bilinmesi için anlatırdı. Ben de babamın anlattıklarını not alırdım. Bizim için Memleket, ata toprağımız Yugoslavya’nın Makedonya’sıdır, Kasabamız Köprülü’dür, (Veles) köyümüz Çeltikçi’dir (Gorno Orizari). Göçmenler için herkesin kendi köyü, kendi kasabası “Memlekettir”. Makedonya’nın şimdiki resmi adı Kuzey Makedonya Cumhuriyetidir. Babamdan aldığım bilgileri yayınlamış olduğum “ÇIKAYIM GİDEYİM URUMELİ’NE” isimli kitabımda kullanarak yazıya geçirdim.  

Eski notlarımı karıştırırken karşıma çıkan, 1970 yılında babamın anlattıklarını içeren el yazısı ile yazdığım birkaç sahifelik yazıyı tekrar değerlendirmek istedim.

Bunlar, ilkokul eğitimi dışında eğitimi olmayan, ama farkında olarak bilinçli yaşayan, düşünen, okuyan, hep öğrenmeye çalışan, içinde hiç kötülük olmayan, hep doğru ve iyi bildiği şeyleri yapmaya çalışan ve 1955 yılına kadar Yugoslavya’da yaşayan babamın tespitleri ve görüşleridir. Yugoslavya ve Makedonya’yı yıllardır araştıran biri olarak babamın çok isabetli ve doğru tespitler yaptığını söyleyebilirim.

Babamın anlattıkları çok önemliydi. O bir köylüydü ama sıradan bir köylü değildi. Okuması yazması olan, Balkan dillerini çok iyi okuyup yazan, çok gezmiş, değişik milletlerden çok insan tanımış, başından çok farklı olaylar geçmiş bir insandı. Ayrıca yaşadığı olayları ve dönemi bilinçli olarak anlamaya ve yorumlamaya çalıştığı için anlattıkları önemlidir.

Sırp Krallığı zamanında Yugoslavya’nın tamamında Sırpça eğitim yapılıyordu. Yalnız Türkler değil, bütün azınlıklar, Yugoslavya’da yaşayan bütün milletler Sırpça eğitim görüyordu. Köyümüz Çeltikçi’de de eğitim Sırpça idi. Öğretmenler Sırp’tı. Babam bu dönemde ilkokulu Sırp öğretmende Sırpça okudu. Sırp dilini çok iyi okuyup yazardı. Çok güzel el yazısı vardı. Sırp öğretmenin el yazısına çok önem verdiğini anlatırdı. Daha sonra Latin alfabesi ile Türkçe okuma yazma da öğrendi. Gençlik yıllarında bir olay yüzünden kısa bir süre hapis yatmış, burada tanışıp kaynaştığı bir Bulgar Öğretmenden Bulgarca okuyup yazmayı da öğrendi. Makedonya’da yaşadığı için doğal olarak Makedoncayı da bilirdi. Zaten bu diller arasında çok büyük fark da yoktur. Ufak farklar anlaşmaya engel değildir.

1920 doğumlu olan babam 1955 yılında Türkiye'ye göç edinceye kadar Yugoslavya’da yaşadı. İkinci Dünya savaşına kadar Krallık dönemini gördü.

1939

İkinci Dünya savaşı dönemde talihsiz olaylar yaşadı.  Önce, Sırbistan’ın Kragujevas şehrinde iki buçuk yıl hapis yattı. Hapishaneye kral zamanında girdi, Alman işgali sırasında tahliye oldu. Tahliye olduğunda hapishanede Alman askeri yönetimi vardı. Savaş ortamında günlerce süren ölümcül tehlikelerle dolu çok zorlu bir yolculuktan sonra güçlükle evine dönebildi.  

1942 yılında Çeltikçi köyüne gelen Partizanlar yüzünden Almanların müttefiki olan Bulgarlar tarafından Bulgaristan’a sürgün edildi. Altı ay Sofya’da sürgün hayatı yaşadı.

Sürgünden sonra askere alındı. Askerliğini Trudovak olarak yaptı. Trudovak sınıfı, askere alınan Türklere silah vermemek için Bulgarlar tarafından uydurulmuş bir askeri sınıftır. Silah yerine kazma kürek kullanan ve üniformaları da olmayan Trudovak askerleri, yol, köprü ve resmi bina inşaatlarında zor şartlarda çalıştırılırdı. Bulgaristan’da Krallık döneminde başlayan bu uygulama, şaşılacak bir şekilde komünist dönemde de devam etti.

Trudovak askerleri. Askerlik fotoğrafı olduğunu 
babamın yazısından anlıyoruz. 1943

Babam, 1944 yılından 1955 yılına kadar komünist Tito Yugoslavya’sında yeni rejimin uygulamalarına yaşayarak tanık oldu.

Gezmeyi, yeni yerler görmeyi, farklı insanlarla tanışıp ilişki kurmayı severdi. Yugoslavya’nın her tarafını gezdiğini söylerdi. Çeltikçi köyünde herkes tarafından sevilip sayılan bir insandı. Babası Hasan Ağa da öyleydi.  En yakın arkadaşı Necati Altınay’dı. Necati Aga, köyümüzün ileri gelenlerinden aile dostumuz Hacıların Hakkı Aganın tek oğluydu. Para sorunları yoktu. İşleri uygun olduğu zaman belirledikleri yere giderek geziyorlardı.

Babam, Yugoslavya’nın başkenti Belgrad’ı çok beğenirdi. Bu dönemde yolculuklar trenle yapıldığı için Tren garları önemli noktalardı. Belgrad Garı özelliği olan güzel bir yapıydı. Garın açıldığı büyük meydan ve caddelerini, büyük binalarını ve Sava nehrinin Tuna nehrine karıştığı yerdeki Belgrad Kalesini (Sırplar Kalemegdan diyor) ve bu nehirlerin buluştukları yerde oluşturdukları güzellikleri anlatırdı. (Ben Belgrad kalesini Topkapı Sarayının bulunduğu Saray Burnu’na benzettim. Burada İstanbul Boğazı ile Haliç’in oluşturduğu güzelliği Belgrad’da Tuna ve Sava nehirleri oluşturmuş.)

 Ama ona göre Hırvatistan’ın başkenti Zagreb, gördüğü en temiz ve düzenli şehirdi. “Zagreb o kadar temiz bir şehirdi ki, insan en ufak bir atığı dahi yere atmaya kıyamazdı” derdi. Slovenya’nın başkenti Lyublyana’yı da çok beğenirdi. Zaten Hırvatistan ve Slovenya, Yugoslavya’nın en uygar en gelişmiş ülkeleri olarak bilinir.

Ohri gölünün büyüklüğü karşısında şaşırdığını, Adriyatik denizi sandığını, gençlerin Mostar Köprüsünden Neretva ırmağına atlamalarını hayranlıkla seyrettiklerini anlatırdı.

Babam ve Ahmet amcası Vırnaçka Banyda. 1951

1951 yılında on iki parmak bağırsağındaki ülser tedavisi için Sırbistan’ın Vırnaçka Banya isimli kaplıcalarına gider. Midesinden sıkıntısı olan Ahmet amcasını da götürür. Bilgi ve iletişim kaynaklarının kısıtlı olduğu bu dönemde, köyde yaşayan birinin Sırbistan’daki Vırnaçka Banya kaplıca ve içmelerini bilmesi ve oraya gidebilmesi takdir edilecek bir durumdur.  

Çok gezen, çok insan tanıyan babamın her meşrepten her milletten arkadaşları vardı. İnsanları görüş ve inanışlarına göre değil sahip oldukları insani değerlere göre değerlendirirdi. İnsanların zengin ya da yoksul oluşlarına da bakmazdı. Doğruluktan şaşmaz, verdiği sözden zarara uğrasa da asla dönmezdi. Çok cömert, hap kendinden veren bir yapısı vardı. Tam bir Rumeli Agasıydı.  

Toplumcu bir tarafı da vardı. Birlikten kuvvet doğar düşüncesine inanırdı. Bu konuda Köprülülü Ahmet Hoca’dan dinlediği Oğuz Han’ın tek okun kolay, birden fazla okun zor kırılması hikayesini anlatırdı.

Babam bu özelliklerini Çeltikçi’de 1924’ten 1936 yılına kadar Muhtarlık (Presetnik) yapan, adil ve başarılı uygulamalarıyla bütün köyün sevgisini, saygısını kazanan babası Hasan Ağa ile kocası Abbas dedemiz, Komitacılar tarafından şehit edilen babaannesi Züra (Zühre) neneden almıştır. Züra nenesini herkesten, annesinden bile çok sevdiğini söylerdi.

Hasan Dedem

Hasan dedem, Çeltikçi’de tarikat çatışmalarının yaşandığı karışık ve huzursuz bir dönemde Muhtar olmuş ve adil yönetimi ile köyü huzura kavuşturmuştur. Onun adaletli ve akıllı uygulamalarıyla sağladığı kardeşlik ve birlik havası kendinden sonra da sürmüş bir daha hiç bozulmamıştır. Genç sayılacak bir yaşta ölmesine rağmen köylülerimiz tarafından daima saygıyla anılmıştır.

Babam, göç söz konusu olunca Türkiye’de fabrika işçisi olmamak için bir meslek öğrenmeye karar verir. Tanıdığı ve iyi görüştüğü Makedon marangoz Dimço’ya çırak olur ve ondan Marangozluk öğrenir.

(Fetih yıllarında Türkler Makedonya’ya Ahi esnaf ve zanaat teşkilatları ile geldiler. Bütün zanaatları Ahi anlayışı ile uyguladılar. Bir Makedon araştırmacı; o dönemde her Hristiyan çocuğun en büyük isteğinin bir Türk ustaya çırak olup zanaat öğrenmek olduğunu yazıyor. Makedonlar bu zanaatları Ahi anlayışı ile bizden öğrendiler. Bu anlayışın en önemli noktası yaptığı işi en iyi şekilde yaparak müşteriyi memnun etmekti. Para kazanmak daha sonra geliyordu. Bu anlayışın Köprülü’de (Veles) devam ettiğini söyleyebilirim. 1960’lı yıllara kadar Köprülü’de yorgancılık yapan Dimko Stançevi Alaçot, Türkçe “iğneyle kuyu kazıyorum” deyimini kullanarak işinin zorluğunu anlatıyor.  Ama işin en önemli tarafının müşteriyi memnun etmek olduğunu para kazanmanın sonra geldiğini ekliyor.

 Makedonlar zanaat kelimesini, zanaet olarak bugün de kullanmaya devam ediyorlar. Makedoncada, Türkçeden girmiş binlerce kelime bulunmaktadır. Zanaatlarla ilgili kelimeler de aynen kullanılmaya devam ediyor. Yorgan, yorganciya, döşek, tenekecija, kalaycija, bakırcıya, semerciya, kunduracıya, taan alva, pastırmalija, tulumbi, baklava, tarana, burek, kebapi ve daha birçok Türkçe kelime Makedoncada kullanılmaya devam ediyor.  

Bu durum son yüzyıllarda Osmanlının yanlış politikaları yüzünden tersine döndü.  Sadece savaş zamanlarında askere ihtiyaç duyulduğunda hatırlanan Türkler her bakımdan geri bırakıldı. Zanaatlar el değiştirdi. Eskiden zanaat öğrenmek için Türk ustalara gidilirken göç zamanı babam ve daha birçok Türk bir zanaat öğrenmek için Köprülü’de Makedon ustalara gitmek zorunda kaldılar.)

Göçten önce son fotoğraf. 1955

Babam çok iyi bir ustaydı. Çok yetenekli ve yaratıcıydı. Sıradan bir zanaatkâr değil gerçek bir sanatçıydı. Türkiye’de yanlış kişilerle ortak olduğu için marangozluk mesleğini yürütemedi. Onun marangoz olması çevresinden birçok kişiye fayda sağladı.

Marangozluğu babamdan öğrenen Hüseyin amcasının oğlu Niyazi Şirvan Almanya’da ağaç işleriyle ilgili bir işte çalışarak sıradan bir işçiden fazla ücretle çalıştı. Ahmet amcasının oğlu Teki Şirvan’ı on yedi yaşında ortak aldı ve onu yetiştirdi. Teki Şirvan daha sonra babamdan öğrendikleri ile sınav kazanarak NATO’nun İzmir teşkilatına marangoz olarak girdi ve buradan aldığı dolgun ücretle rahat bir hayat yaşadı.

Köylümüz Toska Ahmet’in oğlu Yaşar Çalışkan İzmir’de her karşılaştığımızda yanıma gelir ikramlarda bulunurdu. “Ben, aklıma geldikçe babana hayır dua ediyorum. Beni ileri yaşımda çırak alarak yetiştirdi ve yalnız beni değil, çocuklarımı ve torunlarımı da kurtardı.” Derdi.

Köylümüz Ramçe Tehsin (Tahsin Yazıcıer) göçten önce köyümüzden Üsküp’e Teknik okulda marangozluk öğrenmeye giden girişken bir kişidir. Fakat eğitimini tamamlayamadan göç gerçekleşir. Türkiye’ye gelince her şeye rağmen sahip olduğu temel marangozluk bilgilerine güvenerek İzmir Şark Sanayi Fabrikasında açılan marangozluk sınavına girer. Tahsin ağabey sınavda beğenilir ama son olarak ona, geçmelerden oluşan bir model vererek dışarıda bunun aynısını yaparak getirmesini isterler. Bu modeli ne kadar uğraşsa da yapamaz. Büyük bir ümitsizliğe düşmüşken o zaman fabrikanın karşısında marangoz ve mobilya atölyesi olan babam aklına gelir. Babamın yanına giderek durumu anlatır. Tahsin ağabeyin bana anlattığına göre babam bu modeli kolayca yapar. Tahsin ağabey:

“Abe Hüseyin, baban çok büyük bir ustaydı, çok da yardım severdi, ikiletmeden kendi işini bırakarak benim işimi kolayca yaptı. Abaz agam sayesinde Şark Sanayi fabrikasına marangoz olarak girdim ve oradan emekli oldum” demişti.

Toska Süleyman’ın oğlu Ali Şahin’le bıçkı makinesi alarak bir müddet kerestecilik de yapan babam ikinci marangoz dükkanını açacağı için bu işi Ali Şahin’e bırakarak ayrılır. İşin temel bilgilerini babamdan öğrenen Ali Şahin bu işi devam ettirerek ömrünü kerestecilik yaparak geçirdi.

Babam hiçbir karşılık beklemeden birçok kişinin hayatına dokunmuş bir insandır.   

               Köyümüz Çeltikçi, Köprülü kasabasına yürüme mesafesindedir. Bu yüzden kasabaya gidip gelme kolaydı. Erken kalkıp Köprülü’den Tren ile Üsküp’e gidip akşam dönme imkânı da vardı. Bu yüzden babam ve arkadaşlarının Üsküp ve Köprülü’de geniş çevreleri vardı.

2006 yılında Prizren’de eşimle tesadüfen karşılaştığımız, babamın en yakın arkadaşı olan Necati Altınay her fırsatta babamla geziye çıktıklarını ve bütün Yugoslavya’yı gezdiklerini anlattı. Üsküp’e de çoğunlukla beraber giderlermiş. Sabah treniyle gelir akşam treniyle dönerlermiş. Prizren dönüşü Üsküp’te yemek için bir mekâna oturduğumuzda birden duygulandı. Bu seksenli yaşlarına gelmiş, ama yaşına göre dinç görünen heybetli adam bizi derin derin süzdükten sonra gözünden boncuk boncuk yaşlar akarak ağlamaya başladı ve anlattı:

“Ah be çocuklar! Ah be Hüseyin! Şimdi bilseniz bana neler yaşatıyorsunuz. Babanla sabah treniyle gelir işimizi görürdük. Akşam üzeri tren saatine bir saat kala şimdi yıkılmış olan tarihi Üsküp garına gelir burada bulunan lokantada birkaç kadeh rakı içerek yemek yerdik. Bu bizim sık sık yaptığımız değişmeyen programımızdı. Şimdi ben sanki babanla oturuyorum, adeta o günlere geri döndüm. Onun için duygulandım. Biz babanla her yere beraber giderdik, bütün Yugoslavya’yı beraber gezdik. Ohçebol köylerinde bizi karıştırırlardı. Ona Necati bana da Abbas derlerdi. Bizi kardeş zannedenler de olurdu.”

Babam ve Çeltikçili Genç Türkler. 1942


 Babam okumayı severdi. Kasabaya gittiklerinde eski yeni gazeteleri bularak köye getirirler, arkadaşları ile okuyarak siyasi gündemi takip etmeye çalışırlardı. Önemli kişilerin makalelerini okuyarak değerlendirirlerdi. Göçten önce, özellikle Milovan Cilas’ın yazılarını kaçırmadan merak ve ümitle okurlardı. Devrimin lider kadrosundan ve Komünist partisi Merkez komitesi üyesi olan Milovan Cilas’ın yazdıklarından Yugoslavya’nın demokrasiye döneceğini düşünerek ümitlenirler. Çünkü Cilas, 1948 yılında Tito ile Stalin’in ilişkileri bozulunca, bir zamanlar uğruna savaştığı Komünist ideolojisini totaliter bir yönetim olarak niteliyor ve demokrasi yanlısı yazılar yazıyordu. Ama 1954 yılında Milovan Cilas tutuklanıp hapse atılınca ümitleri boşa çıkar. Milovan Cilas’ın, krallık zamanında komünist olduğu için yattığı Mitrovisa hapishanesinde komünist karşıtı olarak yatması talihin garip bir cilvesidir.

Babam olayları bir Türk milliyetçisi olarak değerlendirirdi. Çünkü onda Türklük duygusu ve sevgisi çok yüksekti. Bulunduğu ortamlarda konuşulanları dikkatle dinler ve hafızasına yerleştirirdi. Zeki bir insandı, hafızası çok kuvvetliydi. Okulda Sırp tarihi dışında tarih dersi görmemişti. Okulda görmediği halde Türk tarihi hakkında şaşırtıcı derecede bilgi sahibiydi. Tarih bilgisini köyümüzde bir süre öğretmenlik yapmış ve köylülerimizin eğitiminde büyük katkısı olan Köprülülü Ahmet Hoca’nın sohbetlerine borçlu olduğunu söylerdi. Ortaokul ve lise yıllarımızda akşamları kardeşlerimle ders çalışırken bizimle oturur tarih kitaplarımızda birini alarak okurdu. Tarihi romanları okuduğunu da hatırlıyorum. Bursa’ya ilk geldiğinde Yeşil Türbeye götürdüm “burası Çelebi Sultan Mehmet’in türbesi” dediğimde, “Fetret devrini bitiren padişah değil mi” demişti.

 

YÜCEL TEŞKİLATI (YÜCELCİLER)

 

Yücel Teşkilatı, Türklerin hak ve özgürlüklerini, kültürel ve manevi değerlerini, millî varlıklarını, korumak ve yaşatmak için Makedonya’daki Türk aydınları tarafından 1941 yılında kurulmuş bir teşkilattır.

  Yücelciler hakkında kimse bir şey bilmezken, ben Yücelciler’i çok küçük yaşlarda babamdan öğrendim. Yücel hareketinin onları çok heyecanlandırdığını Köprülü’de Yücel teşkilatına üye olduklarını, tutuklamalar başlayınca yönetici olan iki kardeşin üye defterlerini yakması sayesinde tutuklanmaktan kurtulduklarını anlatırdı.

Babam, birkaç arkadaşı ile Yücelcilerin Üsküp Orduevinde süren mahkemelerini takip etmek için Üsküp’e gider. Dava, şehir hoparlöründen bütün şehre yayınlanmaktadır. Babam ve arkadaşları mahkemede konuşulanları hoparlörden dikkatle dinlerler. Tutuklular gördükleri ağır işkenceler yüzünden, mahkemenin istediği şekilde ifade vermek zorunda kalırlar. Bu onları çok üzer.

Babama göre Mahkemenin istediği gibi ifade vermeyen tek kişi Tarih Öğretmeni Fettah Süleyman Paşiç’tir. Fetteh Süleyman, Yücel teşkilatını ve Makedonya Türklüğünü savunan bir konuşma yapar. Makedonya Türklerinin haklarını aramaktan ve Türk kültürünü korumaktan başka bir faaliyetlerinin olmadığını, hiçbir terörist eyleme katılmadıklarını suçsuz olduklarını söyler. İdrisova hapishanesinde tutuklulara yapılan ağır işkenceleri ayrıntılı bir şekilde dile getirir. Fettah Süleyman Paşiç, konuşmasından rahatsız olan ve kendisine sus diyen hâkime, “susmayacağım, neden susayım, her türlü işkenceyi yaptınız, tırnaklarımı bile söktünüz, bana daha ne yapabilirsiniz, canımı mı alacaksınız alın da bitsin” diye çıkışır. Babam bu kahramanca çıkışı ve karşı koyuşu çok takdir eder, anlatırken heyecanlanırdı. Yücelciler’in uğradığı haksızlığa gördükleri insanlık dışı işkencelere çok üzülür, bir Türk olarak bu haksızlık kendine yapılmış gibi hissederdi. Zaten Yücelciler davası Makedonya Türklüğüne karşı yapılmış bir sindirme hareketiydi. Bu dava Türkler üzerinde büyük bir yılgınlık ve ümitsizlik yaratmıştı.

Babama göre, idam edilen Şuayb Aziz, Ali Abdurrahman, Nazmi Ömer Yakup ve Adem Ali dışında hapishanede de ölenler vardı.

İdam edilenlerden Nazmi Ömer, Terlikçi Fettah Efendinin damadıdır. Fettah Efendi, savaş yıllarında Almanların, Çeltikçili Hasan Hoca’yı Bulgarlara vermemesini sağlayarak hayatını kurtaran aydın bir esnaftır. Yücelciler davasında hapis cezasına çarptırılmış ve yedi yıl İdrisova hapishanesinde yatmıştır. Birçok Yücelci gibi o da Türkiye’ye göç ederek Türkiye’de öldü.

Hükümetin istediği şekilde bir ihbar yazısı yazarak tutuklamalara ortam hazırlayan işbirlikçi hainlerden biri Nazmi Raif’ti.

Nazmi Raif, göç zamanında Türkiye’ye göç etmiş fakat vatandaşlığa kabul edilmemiştir. Yugoslavya’ya dönünce tutuklanarak hapse atılmış, daha sonra önce İtalya’ya sonra da İsviçre’ya sığındığı söylenmiştir.

O zamanın Üsküp Belediye Başkanı Kemal Seyfullah da bu davada komünist hükümetle beraber hareket etmiştir. Zaten böyle bir insan olmasa belediye başkanı olamazdı. Babam, “bunlar içi kurt dolu menfaatçi, düşük insanlardı” derdi.

Babam torunlarıyla Bursa'da. 1986

1920 yılında Çeltikçi köyünde doğan babam 15 Ağustos 1992 yılında Turgutlu’da öldü. Babama ve tüm ölmüşlerimize Tanrı’dan rahmet diliyorum.

 

 

BABAMIN BANA YAZDIRDIKLARI

 

Aşağıdaki metin babamın bana doğrudan anlatarak yazdırdıklarıdır. Arada parantez içindekiler benim konuyla ilgili açıklamalarımdır.

 

KRALLIK DÖNEMİ

 

(Kral Aleksandar Karacorceviç, 1921- 1929 yılları arasında Sırpların, Hırvatların, Slovenlerin   Krallığı, 1929-1934 yılları arasında Yugoslavya Krallığı Kralı. 1929’da Devletin adını Yugoslavya (Güney Slavlarının Ülkesi) olarak değiştirdiği için “Birleştirici Aleksandar” olarak bilinir. 9 Ekim 1934’te bir Makedon Devrimci tarafından Marsilya’da öldürüldü. Yerine oğlu Petar geçti. (1934-1941). 1941’de Yugoslavya Almanlar tarafından işgal edilince Yugoslavya Krallığıyla birlikte Karacorceviç Hanedanı da son buldu.)   

İkinci dünya savaşı öncesi, daha 1930’ların başlarında Yugoslavya’da Krallık yönetimine karşı büyük bir hoşnutsuzluk vardı. 1935’te bütün Yugoslavya’da kitlesel gösteriler başladı. 1937, 1938, 1939 yılları olayların en hızlı zamanı oldu.

Ekmek isteriz, iş isteriz göstericilerin birinci sloganıydı.

Olaylara katılanlar çoğunlukla zengin çocuklarıydı. Köprülü kasabasında olaylara katılanlar tanıdığımız zengin ailelerin çocukları ve macera arayan kişilerden oluşuyordu. Bir de Makedonya’da, aslında Bulgar egemenliğini isteyen Bulgar asıllı Makedonlar vardı.

(Değişen iktidarlara göre kendilerini Bulgar ya da Sırp sayan Makedonlar vardı. Bulgar ordusu, 1941'de Veles'e girdiğinde, otuz Veles ailesi onları kurtarıcı olarak, çiçekler ve alkışlarla karşılamıştı.)

Sonunda göstericiler bir şey elde edemediler. İkinci dünya savaşı kapıdaydı. Savaştan sonra her şey değişecekti.

 

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE PARTİZANLAR.

 

1941 yılında Almanlar Yugoslavya’yı işgal ederek müttefikleri olan Bulgarlarla paylaştılar. Almanlar, Makedonya yönetimini Bulgarlara bıraktılar. Bu dönemde Bulgarlar Türklere çok çektirdiler.

Sık sık köylerde sokağa çıkma yasağı ilan eder, tüfek arama bahanesi ile evlere girerlerdi. Sokağa çıkıma yasağı köylerdeki az sayıdaki Hıristiyanlar için geçerli olmazdı. Erkekleri sık sık angarya olarak çalışmaya götürürlerdi.

1942 yılında bir gece Çeltikçi köyüne silahlı bir grup Partizan geldi. (Resmi adıyla Ulusal Kurtuluş Ordusu ve Yugoslavya'nın Partizan Müfrezeleri.) Evlerinden aldıkları bazı kişileri bir samanlıkta toplayarak propaganda yaptılar. Kendilerine destek istediler. Toplanma yerine tepeden tırnağa silahlı giren grup, sol kollarını yumruk şeklinde havaya kaldırarak “Kahrolsun faşizm, yaşasın halklar” diyerek selam verdiler. Partizanlar, bugün (1970) buradaki solcular gibi bütün halklara özgürlük vadediyorlardı.

 “Halkların mücadelesini yaptıklarını, her halkın özgür olacağını, bütün dünya halklarının kardeşliği için Rusya’nın bir temel attığını, bu temele bizim de süpürge ile harç atmamız gerektiğini söylediler. İktidara geldiklerinde Makedon, Sırp, Türk vb. ayırımı yapılmayacağını bütün milletlerin eşit olacağını, Her milletin kendi kültürünü ve inancını yaşayacağını” söylediler.

Bunlar Tito’nun dağlarda gezen ve Alman işgaline karşı savaşan Partizanlarıydı. Köy köy gezerek propaganda yapıyor, köylülerin Partizanlara katılmalarını ve yardımcı olmalarını istiyorlardı.

Bu toplantıya katıldığım için Bulgarlar tarafından Bulgaristan’a sürgün edildim. Altı ay Sofya’da sürgün hayatı yaşadım. Toplantıda bulunan herkes toplanıp sürgün cezasına çarptırıldı. Çünkü köye gelen Partizanlar arasında bulunan Tayip adlı Türk yakalanmış ve gittikleri yerleri, görüştükleri kişileri tek tek anlatmıştı.

Partizanlar birçok kesimden ve bazı köylerden yardım gördüler. Baskınlar düzenlediler. Yugoslavya’daki Alman işgaline karşı savaştılar. Askeri merkezleri, cephanelikleri, köprüleri ve askeri trenleri bombaladılar. İşgalci Alman ve Bulgarlara büyük zararlar verdiler.

Rusya’dan silah yardımı için söz aldıkları halde bu yardım bir türlü gelmedi. Yugoslavya Komünist Partisi Merkez Komitesinin önemli isimlerinden olan Moşe Piyade’nin dediğine göre “bir iğne bile” alamadılar. Her türlü yardımın İngilizlerden geldiği söyleniyordu.

En büyük olaylar Sırbistan’da oldu. Dağa çıkan bütün çeteler önce Almanlara karşı birlikte savaştılar. Daha sonra bazı çeteler komünist bir kimlik kazanınca Milliyetçi Sırp çeteler (Çetnikler) onlardan ayrıldı. Milliyetçi çeteler komünist partizanlara karşı savaşmaya başladılar. Bu çeteler çok acımasız davranıyorlardı. Bir ailede bir tek komünist partizan varsa bütün aileyi öldürüyorlardı. Bu yüzden bir aileden bir kişi partizanlara katıldığında öbür aile fertleri de Tito’nun Partizanlarına katılıyordu. Bu kargaşada çok sayıda masum insan hayatını kaybetti.

Partizanlar halka tam bir kurtarıcı olarak göründüler. Her konuda çok dikkatli ve ahlaklı davranıp kurtarıcı olduklarına inandırdılar. Bir bağdan kalabalık bir Partizan grubu geçiyor bir üzüm tanesi bile eksilmiyordu. Milliyetçi çetelerin acımasızlığı ve sistemli Partizan propagandası ile halktan büyük destek gördüler.

(Çeltikçi köyü bulunduğu konum nedeniyle ikinci dünya savaşında defalarca çatışma ortamında kalmış köylülerimiz, savaşın getirdiği sıkıntıları ağır biçimde yaşamıştır. Köprülü bombalanırken, bombalar köyün üstünden geçtiği ve yakınlarına düştüğü için köylülerimiz defalarca evlerini olduğu gibi bırakıp köyü terk etmiş, cephe dışı yakın köylere kaçmak zorunda kalmıştır. Partizanlar da birçok saldırılarını Çeltikçi üzerinden yapmışlardır. Köyümüzün Paşa Köprüsü geçidinde, benzin yüklü bir Alman treni Partizanlara ait ufak uçaklarla bombalanmış, etrafa saçılan benzin varilleri yüzünden, Bulgarlar köylümüze eziyet etmiştir. 1943 yılında, Köprülü’nün varlıklı Hıristiyan ailelerinden Partizanlara katılan, Manifaturacıların oğlu Angel hasta olunca Çeltikçi üzerinden Köprülü’ye dönmek isterken, Çeltikçi yakınlarında öldürülür. Bu olay köylülerimizi zan altımda bırakır. Köy Bekçisi olarak silahı olduğu için bu olayla ilişkilendirilen babamın dayısı oğlu Hasan Dervent (Aşaa Küüli Asan), temize çıkmak için Partizanlara katılmak zorunda kalır ve zor günler yaşar. Hasan dayı, Parizanların sol koluna yaptıkları dövmeyi ölünceye kadar taşıdı.

Zaman zaman köyümüze gelen Alman askerlerinden bir rahatsızlık duyulmamış, aksine Alman askerlerinin Türklere iyi davrandığı görülmüştür.)

 

1955 YILINA KADAR TİTO DÖNEMİ

 


1944 yılının sonlarında bütün cephelerde gerileyen Almanlar Yugoslavya’dan da çekilmeye başlayınca Tito yönetime el koydu. Karşısında hiçbir güç kalmamıştı. 29 Kasım 1943 tarihinde Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti ilan edildi.  

İktidara geldiklerinde vadettiklerini yerine getirdiklerini söylemek zor. Aksine, vadettiklerinin tersine birçok uygulamaları oldu. Özellikle ilk yıllarda halkı ezen ve bunaltan katı uygulamalar yapıldı. Ağır vergiler kondu. Halk bu vergilere “sorma ver vergisi” diyordu. Zenginlerin varını yoğunu ellerinden aldılar, bazılarını borçlarının bitmediği gerekçesi ile taş ocaklarına çalışmaya gönderdiler.

Evde örülen çorap ya da kazağın da vergisi istenirdi. Geceleri evlere baskınlar yapılarak tavuklar ve diğer hayvanlar sayılırdı. Et, yumurta, süt vergisi alınırdı. Akşamüzeri tavuklar tüneyeceği zaman köye gelerek tavukları sayarlardı. Tavuk sayısına göre yumurta vergisi alınırdı. Bu uygulamaların birçoğu sonraları kaldırıldı.

Komünist teşkilatlar dışında hiçbir teşkilata ve düşünceye hayat hakkı yoktu. Tek bir fikir kaldı, o da komünizmdi.

Özel olarak çalışan berber, terzi, çömlekçi, marangoz, demirci gibi küçük esnaf kaldı. Bunların da kooperatifleri vardı. Kooperatife girip girmemek serbestti ama girmeyenlere ağır vergiler vardı. Vergilere dayanabilenler girmedi. Esnaf kooperatiflerine Halk sektörü (Naroden Sektor) deniliyordu. Kooperatiflere girmeyenler de Özel Sektördü. Kooperatiflerin yönetimi tamamen komünistlerden oluşuyordu. Bunlar tam yetkiliydi. Bazı merhametsiz görevliler her türlü keyfi uygulamaları yaparlardı.

Ticaret tamamen devletin elindeydi. Bir gevrekçi bile kendi başına ticaret yapamazdı.

İhtiyaç maddeleri mahalle ve köylerin nüfus sayısına göre gönderiliyordu. Bu ihtiyaç maddeleri komünist parti üyesi birkaç komünist tarafından dağıtılıyordu. Bunlar tam yetkiliydi. Onların insaflarına kalmış, istediklerine verir istediklerine vermezlerdi. İsterlerse başkalarına yüksek fiyata satarlardı. Her türlü yolsuzluk ve ahlaksızlık bazı komünistler tarafından yapılıyordu. İstediğin yere git, bir komünisti şikâyet edemezsin. Bu da bir zümre diktatörlüğüydü.

(Necati Altınay’ın bana anlattığına göre Çeltikçi’de ihtiyaç maddelerinin dağıtımı köyün muhtarı (Presetnik) olarak babam ve devlet bakkalı olan Koopertifin görevlisi olarak Necati Altınay yapmıştır. Necati Altınay, dağıtımda her zaman adaletli davrandıklarını, ihtiyaç sahiplerini gözettiklerini, hatta kendi hisselerini çok fakir olanlara verdiklerini söyledi.)

Çiftçiler kollektif çiftçiler olarak birleştirildi. Araziler arasındaki sınırlar kalktı. Herkes bu kollektif çiftliklerde çalışıyor. Para yok, çok az bir harçlık veriliyor. Çiftliklerdeki bakkallardan alışveriş yapılıyordu.

Hasat zamanı önce devlet vergisini alıyor. Geriye kalan ürün kollektif ortaklar tarafından paylaşılıyordu. Çoğunlukla ortaklara çok az ürün kalıyordu. Çiftçiler kendilerine bırakılan ürünü ancak kendileri kullanabilirdi. Satmaları yasaktı. Parası olmayan bazı çiftçiler ürünlerinin bir kısmını kaçak olarak satarlardı.

Kollektif çiftlik uygulamasının yapıldığı ilk yıl Yugoslavya tarihinin en düşük verimi elde edildi. Bu yüzden uygulamada değişiklikler yapıldı. Bir miktar arazi, eski sahiplerine iade edildi. Kollektif çiftlik uygulaması azaltıldı ve zamanla tamamen kaldırıldı. 1955 yılında biz göç ettiğimiz zaman kollektif çiftlik uygulaması hiç kalmamıştı.

Köylerde ve şehirlerde her akşam Marksizm, Leninizm ve Sosyalizmin anlatıldığı toplantılar yapılıyordu. Bu toplantılara birkaç gece gitmeyen biri hemen takibata uğrar ve Sosyalizm karşıtı olarak damgalanırdı. Böyle damgalanmak çok kötü bir şeydi. Yazın işlerin yoğun olduğu günlerde bile bu toplantılar devam ederdi. İnsanların düşünmesine fırsat verilmezdi. Hıristiyan köylerinde kadınlar ve genç kızlar da toplantılara katılmak zorundaydı. Çocuklarının toplantıya gelmesini engelleyen anne babalar takibata uğrardı. Bu propagandaların etkisi altında kalan bazı gençlerin anne ve babalarını ihbar ettiği görüldü.

Bu toplantılarda konuşmacılar, en büyük Stalin’den, Rusya’dan başlar, sonra üç defa “Yaşasın Stalin, Yaşasın Rusya” sloganı atar en sonunda da “Yaşasın Tito” derlerdi. 1948’den sonra sadece “Yaşasın Tito” sloganı kullanıldı. Tito’nun Stalin’le bozuşup Rusları Yugoslavya’ya sokmaması Türkler tarafından sevinçle karşılandı. 

(1948 yılına kadar Yugoslavya’da Stalin ve Rusya’ya her şeyden çok değer veriliyordu. Devlet dairelerinde ve okullarda Tito’nun fotoğrafı yanında Stalin’in fotoğrafı da asılıydı. “Sovyetler” tabiri yerine doğrudan Rusya deniyordu. Rusya büyük ağabeydi. Bu yaklaşım, 1948’de ilişkiler bozuluncaya kadar sürdü.


Rusya’ya karşı tavır alınmasında Komünist partisi Merkez Komite üyesi Milovan Cilas etkili oldu. Milovan Cilas Rusya’ya yaptığı resmi gezilerde Stalin’le birçok görüşme yaptı. Stalin’in sadece Rusya’yı düşündüğünü ve sömürgeci bir tutum içinde olduğunu görerek büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Oysa Cilas, Rusya’ya ilk giderken büyük bir heyecan içindeydi. “Bir Müslüman Kâbe’ye giderken nasıl heyecanlanırsa ben de öyle heyecanlıyım” diyordu. Bunu “Stalin’le Konuşmalar” kitabında anlatıyor. Cilas’ın basılmış ve çeşitli dillere çevrilmiş birçok kitabı vardır. Stalin’le Konuşmalar, Eksik Kalmış Bir Cemiyet, Yeni Sınıf en önemlileridir. Yeni Sınıf kitabında, Komünist sistemin tahlilini yapmaktadır.  

 1948 yılında ilişkiler bozulunca Stalin’in fotoğrafları resmi dairelerden ve okullardan indirildi. Stalin’in fotoğrafları ile Ruslarla ilgili kitaplar kent meydanlarında ve askeri birliklerde törenlerle yakıldı. Yugoslavya Varşova paktından çıktı ve Bağlantısızlar hareketine katıldı. Tito, zamanla Küba lideri Kastro ile giriştiği mücadeleyi kazanarak Bağlantısızlar hareketinin lideri oldu.


Babamın bir de Türk Marangoz ustası Kemal vardı. Marangoz Kemal, Köprülü Derbent Halveti Tekkesi şeyhinin akrabasıydı. Baştan beri komünizmi benimsemiş bunun için çalışmış bir Komünist Partisi üyesiydi.

 Onun babama anlattığına göre Tito, Stalin ile bozuşunca Yugoslavya Komünist Partisi üyelerinden, bürokratlardan, asker ve her kesimden kendince şüpheli gördüğü kişileri evlerinden aldırır.

 Gözaltına alınan kişinin önüne iki belge sürülür. Biri Stalin diğeri Tito’nun prensiplerini içermektedir. Hangi prensipleri benimsediği sorularak imzalaması istenir. Tutuklanan kişi Ülkeye hangi gücün hâkim olduğunu bilmemektedir. Tito’nun prensiplerini imzalayanlar serbest bırakılır. Stalin’in prensiplerini imzalayanlar idam, hapis ve sürgün cezalarına çarptırılır.

Marangoz Kemal da Stalin’in prensiplerini imzaladığı için tutuklanır. Sürgün cezasına çarptırılır. Sürgüne kapalı hayvan vagonlarında götürüldüğünden sürgün cezasını nerede çektiğini hiçbir zaman öğrenemez.

Böylece Tito, Stalin ile ipleri tam koparmadan önce Parti içindeki muhaliflerini temizlemiş olur.)

Para sık sık tedavülden kaldırılıyor yeni para çıkarılıyordu. Böylece para biriktirilmesi önleniyordu.

Bir komünistin ifadesi en doğru kabul ediliyordu. Bir komünist birine bir suç yükleyerek ölüme kadar götürürdü. Ne kadar çok ihbar yaparsa o kadar çok göze girerdi.

Halk Cephesinden başka siyasi parti yoktu. Seçimlerde iki sandık bulunurdu. Biri üzerinde liste olan Halk Cephesi sandığı diğeri de Sahipsiz Sandıktı (Pusto Kutiya). Sahipsiz sandıkta liste yoktu. Yuvarlak lastik toplar oy pusulası olarak kullanılıyordu. Top hangi sandığa atılırsa oy o sandığa yazılırdı. Sahipsiz sandığa oy atmak demek takibata uğrayıp her türlü sıkıntıyı göze almak demekti. Böylece Halk Cephesi her seçimi tam listeyle kazanıyordu. Muhalefet diye bir şey yoktu.

Listeler parti merkezinde hazırlanıyordu. İki meclis vardı biri her federe devletin kendi meclisi, diğeri de bütün Yugoslavya’yı temsil eden meclisti. Meclislerin çalışması da seçimler gibiydi. Parti merkezinden gelen kanun tasarıları milletvekilleri tarafından otomatikman onaylanırdı. Üzerinde konuşmak hele eleştirmek yoktu.

Pravda, Politika, Nova Makedonya ve Türkçe yayın yapan Birlik gazeteleri vardı. Bu gazetelerden sadece birini okumak yeterliydi çünkü her gün hapsi aynı şeyleri yazıyordu.

Din kurumlarını tamamen ortadan kaldıramadılar. Ama yeni yetişen gençleri dinsiz yetiştirmek için her türlü beyin yıkama çalışmasını yaptılar. “Allah vardı ama biz onu kovaladık ve Kumanova dağlarında vurduk” şeklindeki bir klişe cümleyi sık kullanıyorlardı.

Herkesin bir casusu vardı. Bunun kim olduğunu kimse bilemezdi. Çoğunlukla hiç umulmadık yakın bir arkadaş olurdu. Türkiye’ye geldikten sonra bunların bazıları ortaya çıktı. Güven ortamı yoktu, herkes birbirine şüphe ile bakıyordu. İnsanlar oğlundan, kardeşinden, arkadaşından şüphe ediyordu. Sağ gözün sol göze kalbin tene güveni yoktu. Ne kadar ihbar yaparsa o kadar değer kazanıyor, yapmazsa daha sıkı takip ediliyordu. Bu yüzden insanlıktan nasibi olanların yaşayacağı bir ortam değildi.

1945’te her millete kendi dilinde ilkokul ve ortaokullar açıldı. Böylece Türkçe eğitim Latin alfabesi ile başladı. İlk ve ortaokulları Türkçe okuyan çocuklar daha sonrası için Türkçe okul olmadığından burada kalıyordu. Zaten Türkçe eğitim veren okullarda öğretmenlerin çoğu yetersiz olduğu için eğitim seviyesi düşüktü. Lise ve üniversiteye gitmeleri mümkün olmuyordu. Her yerde ortaokul olmadığı için ortaokula gitmek de çok zordu. Onların “dörde kaa” okuması yeterli sayılıyordu. Bunun farkına varan bazı varlıklı ve ileri görüşlü Türkler çocuklarını Sırp okullarına göndermeyi seçtiler.

Türk okullarına öğretmen olmak için önce Komünist Partisine üye olmak gerekiyordu. Yazın iki ay kurs, biraz okur yazarlık yeterliydi. Ne yazık ki bunlardan bazıları, hiçbir okul bitirmedikleri halde, oradan getirdikleri uydurma belgelerle Türkiye’de de öğretmenlik yaptı. O düzende hak etmedikleri makam ve nimetlere sahip oldukları için Türkiye’de de komünizm ideolojisi için çalıştılar.  Bunların etkisi ile yakın çevreleri de bu ideoloji yanlısı ve militanı oldular. Manisa’da öğretmenlik yapan Niyazi bunlardan biridir.

Angaryanın her türlüsü vardı. Evdeki iki erkekten birisi yol, fabrika baraj ve diğer inşaatlarda ücretsiz olarak çalıştırılırdı. Bunlar sözde gönüllüydüler.

Azınlıklara, özellikle Türklere iktidara gelirken söylediklerinin aksine ayırımın her türlüsünü yaptılar. Resmi dairelerde bir Türkün işi varsa çoğunlukla güçlük çıkarılırdı. Sıra bekleyen bir Sırp’la Türk’se sıra Türk’te bile olsa önce Sırp’ın işi görülürdü.

Bir gün Üsküp’te işim bitmediği için gece otelde kalmam gerekti. Otellerin tamamı devlet işletmesiydi. Merkez olan bir otelden kalınacak otel ve oda için işlem yaptırılıyordu. O gün bir etkinlik yüzünden yer sıkıntısı vardı. Kalacak yer için kuyruğa girdim. Biz Türkler başımıza siyah takke giyerdik. Siyah takke giyenlerin Türk olduğu bilinirdi. Benim de başımda siyah takke vardı. Bana sıra gelince işlemi yapan memur başımdaki takkeye baktı ve yer olmadığını söyledi. Hiçbir şekilde şikâyet edip hak aranamazdı. Sonu kötü olurdu. Sıradan çıktım, biraz gezindim ve takkemi cebime koyarak tekrar sıraya girdim. Sıram gelince düzgün bir Sırpça ile isteğimi söyledim. Yüzüme bakıp tamam deyip adımı sorunca, Abaz Asanov dedim. Şöyle bir baktı ve kalacağım oteli ve oda numaramı söylemek zorunda kaldı. Bunların örnekleri çoktur.

Komünizm çok sıkı bir rejimdir burada rüşvet verilip alınmaz denir. Oysa rüşvet çok yaygındı. Gizli Polis Teşkilatında (UTBA) bile rüşvetle iş görenler olduğunu biliyoruz. Turgutlu 1970

 

(Bir Makedon araştırmacının Tito döneminin ilk yılları için yaptığı değerlendirme babamın görüşlerini destekliyor. Bu genel kabul gören bir görüştür.)

“İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra toplumsal düzende yaşanan değişimle, Sosyalizm, 1950'lere kadar teorik komünizme benzer şekilde uygulandı. Başlangıçta, ideolojik dayatmalar, dini hakların arka plana itilmesi, ateizmde ısrar edilmesi, o zamanki Yugoslavya’nın tamamında, bir huzursuzluk yarattı. Sosyoekonomik durum, yoksulluk, düşük gelirler, düşük tarım ürünleri fiyatları, özel mülklerin (tarlalar, ormanlar, sürüler) kooperatiflerde zorla birleştirilmesi ısrarı, tüm bunlar zor bir yaşama ve memnuniyetsizliğe katkıda bulundu.”

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder