![]() |
| 1955 |
Rahmetli babam, (Hasan Ağanın Abaz, Marangoz Abbas, Abbas Şirvan) memleket hakkında konuşmayı severdi. Gençliğinde oralarda çok sıkıntı çektiği için hiç gitmek istemese de yaşadıklarının bilinmesi için anlatırdı. Ben de babamın anlattıklarını not alırdım. Bizim için Memleket, ata toprağımız Yugoslavya’nın Makedonya’sıdır, Kasabamız Köprülü’dür, (Veles) köyümüz Çeltikçi’dir (Gorno Orizari). Göçmenler için herkesin kendi köyü, kendi kasabası “Memlekettir”. Makedonya’nın şimdiki resmi adı Kuzey Makedonya Cumhuriyetidir. Babamdan aldığım bilgileri yayınlamış olduğum “ÇIKAYIM GİDEYİM URUMELİ’NE” isimli kitabımda kullanarak yazıya geçirdim.
Eski notlarımı karıştırırken karşıma çıkan, 1970 yılında babamın anlattıklarını içeren el yazısı ile yazdığım birkaç sahifelik yazıyı tekrar değerlendirmek istedim.
Bunlar,
ilkokul eğitimi dışında eğitimi olmayan, ama farkında olarak bilinçli yaşayan,
düşünen, okuyan, hep öğrenmeye çalışan, içinde hiç kötülük olmayan, hep doğru
ve iyi bildiği şeyleri yapmaya çalışan ve 1955 yılına kadar Yugoslavya’da
yaşayan babamın tespitleri ve görüşleridir. Yugoslavya ve Makedonya’yı
yıllardır araştıran biri olarak babamın çok isabetli ve doğru tespitler
yaptığını söyleyebilirim.
Babamın
anlattıkları çok önemliydi. O bir köylüydü ama sıradan bir köylü değildi. Okuması
yazması olan, Balkan dillerini çok iyi okuyup yazan, çok gezmiş, değişik
milletlerden çok insan tanımış, başından çok farklı olaylar geçmiş bir insandı.
Ayrıca yaşadığı olayları ve dönemi bilinçli olarak anlamaya ve yorumlamaya
çalıştığı için anlattıkları önemlidir.
Sırp Krallığı
zamanında Yugoslavya’nın tamamında Sırpça eğitim yapılıyordu. Yalnız Türkler
değil, bütün azınlıklar, Yugoslavya’da yaşayan bütün milletler Sırpça eğitim
görüyordu. Köyümüz Çeltikçi’de de eğitim Sırpça idi. Öğretmenler Sırp’tı. Babam
bu dönemde ilkokulu Sırp öğretmende Sırpça okudu. Sırp dilini çok iyi okuyup
yazardı. Çok güzel el yazısı vardı. Sırp öğretmenin el yazısına çok önem
verdiğini anlatırdı. Daha sonra Latin alfabesi ile Türkçe okuma yazma da
öğrendi. Gençlik yıllarında bir olay yüzünden kısa bir süre hapis yatmış,
burada tanışıp kaynaştığı bir Bulgar Öğretmenden Bulgarca okuyup yazmayı da
öğrendi. Makedonya’da yaşadığı için doğal olarak Makedoncayı da bilirdi. Zaten
bu diller arasında çok büyük fark da yoktur. Ufak farklar anlaşmaya engel
değildir.
1920
doğumlu olan babam 1955 yılında Türkiye'ye göç edinceye kadar Yugoslavya’da
yaşadı. İkinci Dünya savaşına kadar Krallık dönemini gördü.
![]() |
| 1939 |
İkinci Dünya savaşı dönemde talihsiz olaylar yaşadı. Önce, Sırbistan’ın Kragujevas şehrinde iki buçuk yıl hapis yattı. Hapishaneye kral zamanında girdi, Alman işgali sırasında tahliye oldu. Tahliye olduğunda hapishanede Alman askeri yönetimi vardı. Savaş ortamında günlerce süren ölümcül tehlikelerle dolu çok zorlu bir yolculuktan sonra güçlükle evine dönebildi.
1942
yılında Çeltikçi köyüne gelen Partizanlar yüzünden Almanların müttefiki olan
Bulgarlar tarafından Bulgaristan’a sürgün edildi. Altı ay Sofya’da sürgün hayatı
yaşadı.
Sürgünden sonra askere alındı. Askerliğini Trudovak olarak yaptı. Trudovak sınıfı, askere alınan Türklere silah vermemek için Bulgarlar tarafından uydurulmuş bir askeri sınıftır. Silah yerine kazma kürek kullanan ve üniformaları da olmayan Trudovak askerleri, yol, köprü ve resmi bina inşaatlarında zor şartlarda çalıştırılırdı. Bulgaristan’da Krallık döneminde başlayan bu uygulama, şaşılacak bir şekilde komünist dönemde de devam etti.
![]() |
| Trudovak askerleri. Askerlik fotoğrafı olduğunu babamın yazısından anlıyoruz. 1943 |
Babam, 1944
yılından 1955 yılına kadar komünist Tito Yugoslavya’sında yeni rejimin
uygulamalarına yaşayarak tanık oldu.
Gezmeyi,
yeni yerler görmeyi, farklı insanlarla tanışıp ilişki kurmayı severdi. Yugoslavya’nın
her tarafını gezdiğini söylerdi. Çeltikçi köyünde herkes tarafından sevilip
sayılan bir insandı. Babası Hasan Ağa da öyleydi. En yakın arkadaşı Necati Altınay’dı. Necati
Aga, köyümüzün ileri gelenlerinden aile dostumuz Hacıların Hakkı Aganın tek
oğluydu. Para sorunları yoktu. İşleri uygun olduğu zaman belirledikleri yere
giderek geziyorlardı.
Babam, Yugoslavya’nın
başkenti Belgrad’ı çok beğenirdi. Bu dönemde yolculuklar trenle yapıldığı için
Tren garları önemli noktalardı. Belgrad Garı özelliği olan güzel bir yapıydı. Garın
açıldığı büyük meydan ve caddelerini, büyük binalarını ve Sava nehrinin Tuna
nehrine karıştığı yerdeki Belgrad Kalesini (Sırplar Kalemegdan diyor) ve bu
nehirlerin buluştukları yerde oluşturdukları güzellikleri anlatırdı. (Ben
Belgrad kalesini Topkapı Sarayının bulunduğu Saray Burnu’na benzettim. Burada
İstanbul Boğazı ile Haliç’in oluşturduğu güzelliği Belgrad’da Tuna ve Sava
nehirleri oluşturmuş.)
Ama ona göre Hırvatistan’ın başkenti Zagreb,
gördüğü en temiz ve düzenli şehirdi. “Zagreb o kadar temiz bir şehirdi ki,
insan en ufak bir atığı dahi yere atmaya kıyamazdı” derdi. Slovenya’nın
başkenti Lyublyana’yı da çok beğenirdi. Zaten Hırvatistan ve Slovenya,
Yugoslavya’nın en uygar en gelişmiş ülkeleri olarak bilinir.
Ohri gölünün
büyüklüğü karşısında şaşırdığını, Adriyatik denizi sandığını, gençlerin Mostar
Köprüsünden Neretva ırmağına atlamalarını hayranlıkla seyrettiklerini anlatırdı.
![]() |
| Babam ve Ahmet amcası Vırnaçka Banyda. 1951 |
1951 yılında on iki parmak bağırsağındaki ülser tedavisi için Sırbistan’ın Vırnaçka Banya isimli kaplıcalarına gider. Midesinden sıkıntısı olan Ahmet amcasını da götürür. Bilgi ve iletişim kaynaklarının kısıtlı olduğu bu dönemde, köyde yaşayan birinin Sırbistan’daki Vırnaçka Banya kaplıca ve içmelerini bilmesi ve oraya gidebilmesi takdir edilecek bir durumdur.
Çok
gezen, çok insan tanıyan babamın her meşrepten her milletten arkadaşları vardı.
İnsanları görüş ve inanışlarına göre değil sahip oldukları insani değerlere
göre değerlendirirdi. İnsanların zengin ya da yoksul oluşlarına da bakmazdı. Doğruluktan
şaşmaz, verdiği sözden zarara uğrasa da asla dönmezdi. Çok cömert, hap
kendinden veren bir yapısı vardı. Tam bir Rumeli Agasıydı.
Toplumcu
bir tarafı da vardı. Birlikten kuvvet doğar düşüncesine inanırdı. Bu konuda
Köprülülü Ahmet Hoca’dan dinlediği Oğuz Han’ın tek okun kolay, birden fazla
okun zor kırılması hikayesini anlatırdı.
Babam bu özelliklerini Çeltikçi’de 1924’ten 1936 yılına kadar Muhtarlık (Presetnik) yapan, adil ve başarılı uygulamalarıyla bütün köyün sevgisini, saygısını kazanan babası Hasan Ağa ile kocası Abbas dedemiz, Komitacılar tarafından şehit edilen babaannesi Züra (Zühre) neneden almıştır. Züra nenesini herkesten, annesinden bile çok sevdiğini söylerdi.
![]() |
| Hasan Dedem |
Hasan
dedem, Çeltikçi’de tarikat çatışmalarının yaşandığı karışık ve huzursuz bir
dönemde Muhtar olmuş ve adil yönetimi ile köyü huzura kavuşturmuştur. Onun
adaletli ve akıllı uygulamalarıyla sağladığı kardeşlik ve birlik havası
kendinden sonra da sürmüş bir daha hiç bozulmamıştır. Genç sayılacak bir yaşta
ölmesine rağmen köylülerimiz tarafından daima saygıyla anılmıştır.
Babam, göç
söz konusu olunca Türkiye’de fabrika işçisi olmamak için bir meslek öğrenmeye
karar verir. Tanıdığı ve iyi görüştüğü Makedon marangoz Dimço’ya çırak olur ve ondan
Marangozluk öğrenir.
(Fetih
yıllarında Türkler Makedonya’ya Ahi esnaf ve zanaat teşkilatları ile geldiler.
Bütün zanaatları Ahi anlayışı ile uyguladılar. Bir Makedon araştırmacı; o
dönemde her Hristiyan çocuğun en büyük isteğinin bir Türk ustaya çırak olup
zanaat öğrenmek olduğunu yazıyor. Makedonlar bu zanaatları Ahi anlayışı ile bizden
öğrendiler. Bu anlayışın en önemli noktası yaptığı işi en iyi şekilde yaparak
müşteriyi memnun etmekti. Para kazanmak daha sonra geliyordu. Bu anlayışın
Köprülü’de (Veles) devam ettiğini söyleyebilirim. 1960’lı yıllara kadar Köprülü’de
yorgancılık yapan Dimko Stançevi Alaçot, Türkçe “iğneyle kuyu kazıyorum”
deyimini kullanarak işinin zorluğunu anlatıyor.
Ama işin en önemli tarafının müşteriyi memnun etmek olduğunu para
kazanmanın sonra geldiğini ekliyor.
Makedonlar zanaat kelimesini, zanaet olarak
bugün de kullanmaya devam ediyorlar. Makedoncada, Türkçeden girmiş binlerce
kelime bulunmaktadır. Zanaatlarla ilgili kelimeler de aynen kullanılmaya devam
ediyor. Yorgan, yorganciya, döşek, tenekecija, kalaycija, bakırcıya, semerciya,
kunduracıya, taan alva, pastırmalija, tulumbi, baklava, tarana, burek, kebapi ve
daha birçok Türkçe kelime Makedoncada kullanılmaya devam ediyor.
Bu
durum son yüzyıllarda Osmanlının yanlış politikaları yüzünden tersine
döndü. Sadece savaş zamanlarında askere
ihtiyaç duyulduğunda hatırlanan Türkler her bakımdan geri bırakıldı. Zanaatlar
el değiştirdi. Eskiden zanaat öğrenmek için Türk ustalara gidilirken göç zamanı
babam ve daha birçok Türk bir zanaat öğrenmek için Köprülü’de Makedon ustalara
gitmek zorunda kaldılar.)
![]() |
| Göçten önce son fotoğraf. 1955 |
Babam çok iyi bir ustaydı. Çok yetenekli ve yaratıcıydı. Sıradan bir zanaatkâr değil gerçek bir sanatçıydı. Türkiye’de yanlış kişilerle ortak olduğu için marangozluk mesleğini yürütemedi. Onun marangoz olması çevresinden birçok kişiye fayda sağladı.
Marangozluğu
babamdan öğrenen Hüseyin amcasının oğlu Niyazi Şirvan Almanya’da ağaç işleriyle
ilgili bir işte çalışarak sıradan bir işçiden fazla ücretle çalıştı. Ahmet
amcasının oğlu Teki Şirvan’ı on yedi yaşında ortak aldı ve onu yetiştirdi. Teki
Şirvan daha sonra babamdan öğrendikleri ile sınav kazanarak NATO’nun İzmir
teşkilatına marangoz olarak girdi ve buradan aldığı dolgun ücretle rahat bir
hayat yaşadı.
Köylümüz
Toska Ahmet’in oğlu Yaşar Çalışkan İzmir’de her karşılaştığımızda yanıma gelir
ikramlarda bulunurdu. “Ben, aklıma geldikçe babana hayır dua ediyorum. Beni
ileri yaşımda çırak alarak yetiştirdi ve yalnız beni değil, çocuklarımı ve
torunlarımı da kurtardı.” Derdi.
Köylümüz
Ramçe Tehsin (Tahsin Yazıcıer) göçten önce köyümüzden Üsküp’e Teknik okulda
marangozluk öğrenmeye giden girişken bir kişidir. Fakat eğitimini
tamamlayamadan göç gerçekleşir. Türkiye’ye gelince her şeye rağmen sahip olduğu
temel marangozluk bilgilerine güvenerek İzmir Şark Sanayi Fabrikasında açılan
marangozluk sınavına girer. Tahsin ağabey sınavda beğenilir ama son olarak ona,
geçmelerden oluşan bir model vererek dışarıda bunun aynısını yaparak
getirmesini isterler. Bu modeli ne kadar uğraşsa da yapamaz. Büyük bir
ümitsizliğe düşmüşken o zaman fabrikanın karşısında marangoz ve mobilya
atölyesi olan babam aklına gelir. Babamın yanına giderek durumu anlatır. Tahsin
ağabeyin bana anlattığına göre babam bu modeli kolayca yapar. Tahsin ağabey:
“Abe
Hüseyin, baban çok büyük bir ustaydı, çok da yardım severdi, ikiletmeden kendi
işini bırakarak benim işimi kolayca yaptı. Abaz agam sayesinde Şark Sanayi
fabrikasına marangoz olarak girdim ve oradan emekli oldum” demişti.
Toska
Süleyman’ın oğlu Ali Şahin’le bıçkı makinesi alarak bir müddet kerestecilik de
yapan babam ikinci marangoz dükkanını açacağı için bu işi Ali Şahin’e bırakarak
ayrılır. İşin temel bilgilerini babamdan öğrenen Ali Şahin bu işi devam
ettirerek ömrünü kerestecilik yaparak geçirdi.
Babam
hiçbir karşılık beklemeden birçok kişinin hayatına dokunmuş bir insandır.
Köyümüz Çeltikçi, Köprülü
kasabasına yürüme mesafesindedir. Bu yüzden kasabaya gidip gelme kolaydı. Erken
kalkıp Köprülü’den Tren ile Üsküp’e gidip akşam dönme imkânı da vardı. Bu
yüzden babam ve arkadaşlarının Üsküp ve Köprülü’de geniş çevreleri vardı.
2006
yılında Prizren’de eşimle tesadüfen karşılaştığımız, babamın en yakın arkadaşı
olan Necati Altınay her fırsatta babamla geziye çıktıklarını ve bütün
Yugoslavya’yı gezdiklerini anlattı. Üsküp’e de çoğunlukla beraber giderlermiş.
Sabah treniyle gelir akşam treniyle dönerlermiş. Prizren dönüşü Üsküp’te yemek için
bir mekâna oturduğumuzda birden duygulandı. Bu seksenli yaşlarına gelmiş, ama
yaşına göre dinç görünen heybetli adam bizi derin derin süzdükten sonra gözünden
boncuk boncuk yaşlar akarak ağlamaya başladı ve anlattı:
“Ah be çocuklar! Ah be Hüseyin! Şimdi bilseniz bana neler yaşatıyorsunuz. Babanla sabah treniyle gelir işimizi görürdük. Akşam üzeri tren saatine bir saat kala şimdi yıkılmış olan tarihi Üsküp garına gelir burada bulunan lokantada birkaç kadeh rakı içerek yemek yerdik. Bu bizim sık sık yaptığımız değişmeyen programımızdı. Şimdi ben sanki babanla oturuyorum, adeta o günlere geri döndüm. Onun için duygulandım. Biz babanla her yere beraber giderdik, bütün Yugoslavya’yı beraber gezdik. Ohçebol köylerinde bizi karıştırırlardı. Ona Necati bana da Abbas derlerdi. Bizi kardeş zannedenler de olurdu.”
![]() |
| Babam ve Çeltikçili Genç Türkler. 1942 |
Babam okumayı severdi. Kasabaya gittiklerinde
eski yeni gazeteleri bularak köye getirirler, arkadaşları ile okuyarak siyasi
gündemi takip etmeye çalışırlardı. Önemli kişilerin makalelerini okuyarak
değerlendirirlerdi. Göçten önce, özellikle Milovan Cilas’ın yazılarını
kaçırmadan merak ve ümitle okurlardı. Devrimin lider kadrosundan ve Komünist
partisi Merkez komitesi üyesi olan Milovan Cilas’ın yazdıklarından Yugoslavya’nın
demokrasiye döneceğini düşünerek ümitlenirler. Çünkü Cilas, 1948 yılında Tito
ile Stalin’in ilişkileri bozulunca, bir zamanlar uğruna savaştığı Komünist
ideolojisini totaliter bir yönetim olarak niteliyor ve demokrasi yanlısı
yazılar yazıyordu. Ama 1954 yılında Milovan Cilas tutuklanıp hapse atılınca
ümitleri boşa çıkar. Milovan Cilas’ın, krallık zamanında komünist olduğu için
yattığı Mitrovisa hapishanesinde komünist karşıtı olarak yatması talihin garip
bir cilvesidir.
Babam olayları
bir Türk milliyetçisi olarak değerlendirirdi. Çünkü onda Türklük duygusu ve
sevgisi çok yüksekti. Bulunduğu ortamlarda konuşulanları dikkatle dinler ve
hafızasına yerleştirirdi. Zeki bir insandı, hafızası çok kuvvetliydi. Okulda Sırp
tarihi dışında tarih dersi görmemişti. Okulda görmediği halde Türk tarihi
hakkında şaşırtıcı derecede bilgi sahibiydi. Tarih bilgisini köyümüzde bir süre
öğretmenlik yapmış ve köylülerimizin eğitiminde büyük katkısı olan Köprülülü Ahmet
Hoca’nın sohbetlerine borçlu olduğunu söylerdi. Ortaokul ve lise yıllarımızda
akşamları kardeşlerimle ders çalışırken bizimle oturur tarih kitaplarımızda
birini alarak okurdu. Tarihi romanları okuduğunu da hatırlıyorum. Bursa’ya ilk
geldiğinde Yeşil Türbeye götürdüm “burası Çelebi Sultan Mehmet’in türbesi”
dediğimde, “Fetret devrini bitiren padişah değil mi” demişti.
YÜCEL
TEŞKİLATI (YÜCELCİLER)
Yücel Teşkilatı,
Türklerin hak ve özgürlüklerini, kültürel ve manevi değerlerini, millî
varlıklarını, korumak ve yaşatmak için Makedonya’daki Türk aydınları tarafından
1941 yılında kurulmuş bir teşkilattır.
Yücelciler hakkında kimse bir şey
bilmezken, ben Yücelciler’i çok küçük yaşlarda babamdan öğrendim. Yücel
hareketinin onları çok heyecanlandırdığını Köprülü’de Yücel teşkilatına üye
olduklarını, tutuklamalar başlayınca yönetici olan iki kardeşin üye
defterlerini yakması sayesinde tutuklanmaktan kurtulduklarını anlatırdı.
Babam,
birkaç arkadaşı ile Yücelcilerin Üsküp Orduevinde süren mahkemelerini takip
etmek için Üsküp’e gider. Dava, şehir hoparlöründen bütün şehre yayınlanmaktadır.
Babam ve arkadaşları mahkemede konuşulanları hoparlörden dikkatle
dinlerler. Tutuklular gördükleri ağır işkenceler yüzünden, mahkemenin istediği
şekilde ifade vermek zorunda kalırlar. Bu onları çok üzer.
Babama
göre Mahkemenin istediği gibi ifade vermeyen tek kişi Tarih Öğretmeni Fettah
Süleyman Paşiç’tir. Fetteh Süleyman, Yücel teşkilatını ve Makedonya Türklüğünü
savunan bir konuşma yapar. Makedonya Türklerinin haklarını aramaktan ve Türk
kültürünü korumaktan başka bir faaliyetlerinin olmadığını, hiçbir terörist
eyleme katılmadıklarını suçsuz olduklarını söyler. İdrisova
hapishanesinde tutuklulara yapılan ağır işkenceleri ayrıntılı bir şekilde dile
getirir. Fettah Süleyman Paşiç, konuşmasından rahatsız olan ve kendisine sus
diyen hâkime, “susmayacağım, neden susayım, her türlü işkenceyi yaptınız,
tırnaklarımı bile söktünüz, bana daha ne yapabilirsiniz, canımı mı alacaksınız
alın da bitsin” diye çıkışır. Babam bu kahramanca çıkışı ve karşı koyuşu çok
takdir eder, anlatırken heyecanlanırdı. Yücelciler’in uğradığı haksızlığa
gördükleri insanlık dışı işkencelere çok üzülür, bir Türk olarak bu haksızlık
kendine yapılmış gibi hissederdi. Zaten Yücelciler davası Makedonya Türklüğüne
karşı yapılmış bir sindirme hareketiydi. Bu dava Türkler üzerinde büyük bir
yılgınlık ve ümitsizlik yaratmıştı.
Babama
göre, idam edilen Şuayb Aziz, Ali Abdurrahman, Nazmi Ömer Yakup ve Adem Ali
dışında hapishanede de ölenler vardı.
İdam
edilenlerden Nazmi Ömer, Terlikçi Fettah Efendinin damadıdır. Fettah Efendi,
savaş yıllarında Almanların, Çeltikçili Hasan Hoca’yı Bulgarlara vermemesini
sağlayarak hayatını kurtaran aydın bir esnaftır. Yücelciler davasında hapis
cezasına çarptırılmış ve yedi yıl İdrisova hapishanesinde yatmıştır. Birçok
Yücelci gibi o da Türkiye’ye göç ederek Türkiye’de öldü.
Hükümetin
istediği şekilde bir ihbar yazısı yazarak tutuklamalara ortam hazırlayan
işbirlikçi hainlerden biri Nazmi Raif’ti.
Nazmi Raif,
göç zamanında Türkiye’ye göç etmiş fakat vatandaşlığa kabul edilmemiştir.
Yugoslavya’ya dönünce tutuklanarak hapse atılmış, daha sonra önce İtalya’ya
sonra da İsviçre’ya sığındığı söylenmiştir.
O zamanın Üsküp
Belediye Başkanı Kemal Seyfullah da bu davada komünist hükümetle beraber
hareket etmiştir. Zaten böyle bir insan olmasa belediye başkanı olamazdı.
Babam, “bunlar içi kurt dolu menfaatçi, düşük insanlardı” derdi.
![]() |
| Babam torunlarıyla Bursa'da. 1986 |
1920
yılında Çeltikçi köyünde doğan babam 15 Ağustos 1992 yılında Turgutlu’da öldü.
Babama ve tüm ölmüşlerimize Tanrı’dan rahmet diliyorum.
BABAMIN BANA YAZDIRDIKLARI
Aşağıdaki
metin babamın bana doğrudan anlatarak yazdırdıklarıdır. Arada parantez
içindekiler benim konuyla ilgili açıklamalarımdır.
KRALLIK DÖNEMİ
(Kral
Aleksandar Karacorceviç, 1921- 1929 yılları arasında Sırpların, Hırvatların, Slovenlerin
Krallığı,
1929-1934 yılları arasında Yugoslavya Krallığı Kralı. 1929’da Devletin adını Yugoslavya
(Güney Slavlarının Ülkesi) olarak değiştirdiği için “Birleştirici Aleksandar”
olarak bilinir. 9 Ekim 1934’te bir Makedon Devrimci tarafından Marsilya’da
öldürüldü. Yerine oğlu Petar geçti. (1934-1941). 1941’de Yugoslavya Almanlar
tarafından işgal edilince Yugoslavya Krallığıyla birlikte Karacorceviç Hanedanı
da son buldu.)
İkinci
dünya savaşı öncesi, daha 1930’ların başlarında Yugoslavya’da Krallık
yönetimine karşı büyük bir hoşnutsuzluk vardı. 1935’te bütün Yugoslavya’da
kitlesel gösteriler başladı. 1937, 1938, 1939 yılları olayların en hızlı zamanı
oldu.
Ekmek
isteriz, iş isteriz göstericilerin birinci sloganıydı.
Olaylara
katılanlar çoğunlukla zengin çocuklarıydı. Köprülü kasabasında olaylara
katılanlar tanıdığımız zengin ailelerin çocukları ve macera arayan kişilerden
oluşuyordu. Bir de Makedonya’da, aslında Bulgar egemenliğini isteyen Bulgar
asıllı Makedonlar vardı.
(Değişen
iktidarlara göre kendilerini Bulgar ya da Sırp sayan Makedonlar vardı. Bulgar
ordusu, 1941'de Veles'e girdiğinde, otuz Veles ailesi onları kurtarıcı olarak,
çiçekler ve alkışlarla karşılamıştı.)
Sonunda göstericiler
bir şey elde edemediler. İkinci dünya savaşı kapıdaydı. Savaştan sonra her şey
değişecekti.
İKİNCİ
DÜNYA SAVAŞI VE PARTİZANLAR.
1941
yılında Almanlar Yugoslavya’yı işgal ederek müttefikleri olan Bulgarlarla
paylaştılar. Almanlar, Makedonya yönetimini Bulgarlara bıraktılar. Bu dönemde
Bulgarlar Türklere çok çektirdiler.
Sık sık
köylerde sokağa çıkma yasağı ilan eder, tüfek arama bahanesi ile evlere
girerlerdi. Sokağa çıkıma yasağı köylerdeki az sayıdaki Hıristiyanlar için
geçerli olmazdı. Erkekleri sık sık angarya olarak çalışmaya götürürlerdi.
1942
yılında bir gece Çeltikçi köyüne silahlı bir grup Partizan geldi. (Resmi
adıyla Ulusal Kurtuluş Ordusu ve Yugoslavya'nın Partizan Müfrezeleri.) Evlerinden
aldıkları bazı kişileri bir samanlıkta toplayarak propaganda yaptılar.
Kendilerine destek istediler. Toplanma yerine tepeden tırnağa silahlı giren
grup, sol kollarını yumruk şeklinde havaya kaldırarak “Kahrolsun faşizm,
yaşasın halklar” diyerek selam verdiler. Partizanlar, bugün (1970) buradaki
solcular gibi bütün halklara özgürlük vadediyorlardı.
“Halkların mücadelesini yaptıklarını, her
halkın özgür olacağını, bütün dünya halklarının kardeşliği için Rusya’nın bir
temel attığını, bu temele bizim de süpürge ile harç atmamız gerektiğini
söylediler. İktidara geldiklerinde Makedon, Sırp, Türk vb. ayırımı
yapılmayacağını bütün milletlerin eşit olacağını, Her milletin kendi kültürünü
ve inancını yaşayacağını” söylediler.
Bunlar
Tito’nun dağlarda gezen ve Alman işgaline karşı savaşan Partizanlarıydı. Köy
köy gezerek propaganda yapıyor, köylülerin Partizanlara katılmalarını ve
yardımcı olmalarını istiyorlardı.
Bu
toplantıya katıldığım için Bulgarlar tarafından Bulgaristan’a sürgün edildim.
Altı ay Sofya’da sürgün hayatı yaşadım. Toplantıda bulunan herkes toplanıp sürgün
cezasına çarptırıldı. Çünkü köye gelen Partizanlar arasında bulunan Tayip adlı Türk
yakalanmış ve gittikleri yerleri, görüştükleri kişileri tek tek anlatmıştı.
Partizanlar
birçok kesimden ve bazı köylerden yardım gördüler. Baskınlar düzenlediler.
Yugoslavya’daki Alman işgaline karşı savaştılar. Askeri merkezleri,
cephanelikleri, köprüleri ve askeri trenleri bombaladılar. İşgalci Alman ve
Bulgarlara büyük zararlar verdiler.
Rusya’dan
silah yardımı için söz aldıkları halde bu yardım bir türlü gelmedi. Yugoslavya Komünist
Partisi Merkez Komitesinin önemli isimlerinden olan Moşe Piyade’nin dediğine
göre “bir iğne bile” alamadılar. Her türlü yardımın İngilizlerden geldiği
söyleniyordu.
En büyük
olaylar Sırbistan’da oldu. Dağa çıkan bütün çeteler önce Almanlara karşı birlikte
savaştılar. Daha sonra bazı çeteler komünist bir kimlik kazanınca Milliyetçi Sırp
çeteler (Çetnikler) onlardan ayrıldı. Milliyetçi çeteler komünist partizanlara
karşı savaşmaya başladılar. Bu çeteler çok acımasız davranıyorlardı. Bir ailede
bir tek komünist partizan varsa bütün aileyi öldürüyorlardı. Bu yüzden bir
aileden bir kişi partizanlara katıldığında öbür aile fertleri de Tito’nun
Partizanlarına katılıyordu. Bu kargaşada çok sayıda masum insan hayatını
kaybetti.
Partizanlar
halka tam bir kurtarıcı olarak göründüler. Her konuda çok dikkatli ve ahlaklı
davranıp kurtarıcı olduklarına inandırdılar. Bir bağdan kalabalık bir Partizan grubu
geçiyor bir üzüm tanesi bile eksilmiyordu. Milliyetçi çetelerin acımasızlığı ve
sistemli Partizan propagandası ile halktan büyük destek gördüler.
(Çeltikçi
köyü bulunduğu konum nedeniyle ikinci dünya savaşında defalarca çatışma
ortamında kalmış köylülerimiz, savaşın getirdiği sıkıntıları ağır biçimde yaşamıştır.
Köprülü bombalanırken, bombalar köyün üstünden geçtiği ve yakınlarına düştüğü için
köylülerimiz defalarca evlerini olduğu gibi bırakıp köyü terk etmiş, cephe dışı
yakın köylere kaçmak zorunda kalmıştır. Partizanlar da birçok saldırılarını
Çeltikçi üzerinden yapmışlardır. Köyümüzün Paşa Köprüsü geçidinde, benzin yüklü
bir Alman treni Partizanlara ait ufak uçaklarla bombalanmış, etrafa saçılan benzin
varilleri yüzünden, Bulgarlar köylümüze eziyet etmiştir. 1943 yılında, Köprülü’nün
varlıklı Hıristiyan ailelerinden Partizanlara katılan, Manifaturacıların oğlu
Angel hasta olunca Çeltikçi üzerinden Köprülü’ye dönmek isterken, Çeltikçi
yakınlarında öldürülür. Bu olay köylülerimizi zan altımda bırakır. Köy Bekçisi
olarak silahı olduğu için bu olayla ilişkilendirilen babamın dayısı oğlu Hasan
Dervent (Aşaa Küüli Asan), temize çıkmak için Partizanlara katılmak zorunda
kalır ve zor günler yaşar. Hasan dayı, Parizanların sol koluna yaptıkları
dövmeyi ölünceye kadar taşıdı.
Zaman
zaman köyümüze gelen Alman askerlerinden bir rahatsızlık duyulmamış, aksine Alman
askerlerinin Türklere iyi davrandığı görülmüştür.)
1955
YILINA KADAR TİTO DÖNEMİ
1944 yılının sonlarında bütün cephelerde gerileyen Almanlar Yugoslavya’dan da çekilmeye başlayınca Tito yönetime el koydu. Karşısında hiçbir güç kalmamıştı. 29 Kasım 1943 tarihinde Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti ilan edildi.
İktidara
geldiklerinde vadettiklerini yerine getirdiklerini söylemek zor. Aksine, vadettiklerinin
tersine birçok uygulamaları oldu. Özellikle ilk yıllarda halkı ezen ve bunaltan
katı uygulamalar yapıldı. Ağır vergiler kondu. Halk bu vergilere “sorma ver
vergisi” diyordu. Zenginlerin varını yoğunu ellerinden aldılar, bazılarını borçlarının
bitmediği gerekçesi ile taş ocaklarına çalışmaya gönderdiler.
Evde örülen
çorap ya da kazağın da vergisi istenirdi. Geceleri evlere baskınlar yapılarak tavuklar
ve diğer hayvanlar sayılırdı. Et, yumurta, süt vergisi alınırdı. Akşamüzeri
tavuklar tüneyeceği zaman köye gelerek tavukları sayarlardı. Tavuk sayısına
göre yumurta vergisi alınırdı. Bu uygulamaların birçoğu sonraları kaldırıldı.
Komünist
teşkilatlar dışında hiçbir teşkilata ve düşünceye hayat hakkı yoktu. Tek bir
fikir kaldı, o da komünizmdi.
Özel olarak
çalışan berber, terzi, çömlekçi, marangoz, demirci gibi küçük esnaf kaldı.
Bunların da kooperatifleri vardı. Kooperatife girip girmemek serbestti ama
girmeyenlere ağır vergiler vardı. Vergilere dayanabilenler girmedi. Esnaf
kooperatiflerine Halk sektörü (Naroden Sektor) deniliyordu. Kooperatiflere
girmeyenler de Özel Sektördü. Kooperatiflerin yönetimi tamamen komünistlerden
oluşuyordu. Bunlar tam yetkiliydi. Bazı merhametsiz görevliler her türlü keyfi
uygulamaları yaparlardı.
Ticaret
tamamen devletin elindeydi. Bir gevrekçi bile kendi başına ticaret yapamazdı.
İhtiyaç
maddeleri mahalle ve köylerin nüfus sayısına göre gönderiliyordu. Bu ihtiyaç
maddeleri komünist parti üyesi birkaç komünist tarafından dağıtılıyordu. Bunlar
tam yetkiliydi. Onların insaflarına kalmış, istediklerine verir istediklerine
vermezlerdi. İsterlerse başkalarına yüksek fiyata satarlardı. Her türlü
yolsuzluk ve ahlaksızlık bazı komünistler tarafından yapılıyordu. İstediğin
yere git, bir komünisti şikâyet edemezsin. Bu da bir zümre diktatörlüğüydü.
(Necati
Altınay’ın bana anlattığına göre Çeltikçi’de ihtiyaç maddelerinin dağıtımı
köyün muhtarı (Presetnik) olarak babam ve devlet bakkalı olan Koopertifin
görevlisi olarak Necati Altınay yapmıştır. Necati Altınay, dağıtımda her zaman
adaletli davrandıklarını, ihtiyaç sahiplerini gözettiklerini, hatta kendi
hisselerini çok fakir olanlara verdiklerini söyledi.)
Çiftçiler
kollektif çiftçiler olarak birleştirildi. Araziler arasındaki sınırlar kalktı.
Herkes bu kollektif çiftliklerde çalışıyor. Para yok, çok az bir harçlık
veriliyor. Çiftliklerdeki bakkallardan alışveriş yapılıyordu.
Hasat
zamanı önce devlet vergisini alıyor. Geriye kalan ürün kollektif ortaklar
tarafından paylaşılıyordu. Çoğunlukla ortaklara çok az ürün kalıyordu. Çiftçiler
kendilerine bırakılan ürünü ancak kendileri kullanabilirdi. Satmaları yasaktı.
Parası olmayan bazı çiftçiler ürünlerinin bir kısmını kaçak olarak satarlardı.
Kollektif
çiftlik uygulamasının yapıldığı ilk yıl Yugoslavya tarihinin en düşük verimi
elde edildi. Bu yüzden uygulamada değişiklikler yapıldı. Bir miktar arazi, eski
sahiplerine iade edildi. Kollektif çiftlik uygulaması azaltıldı ve zamanla
tamamen kaldırıldı. 1955 yılında biz göç ettiğimiz zaman kollektif çiftlik
uygulaması hiç kalmamıştı.
Köylerde
ve şehirlerde her akşam Marksizm, Leninizm ve Sosyalizmin anlatıldığı
toplantılar yapılıyordu. Bu toplantılara birkaç gece gitmeyen biri hemen
takibata uğrar ve Sosyalizm karşıtı olarak damgalanırdı. Böyle damgalanmak çok
kötü bir şeydi. Yazın işlerin yoğun olduğu günlerde bile bu toplantılar devam
ederdi. İnsanların düşünmesine fırsat verilmezdi. Hıristiyan köylerinde
kadınlar ve genç kızlar da toplantılara katılmak zorundaydı. Çocuklarının
toplantıya gelmesini engelleyen anne babalar takibata uğrardı. Bu
propagandaların etkisi altında kalan bazı gençlerin anne ve babalarını ihbar
ettiği görüldü.
Bu
toplantılarda konuşmacılar, en büyük Stalin’den, Rusya’dan başlar, sonra üç
defa “Yaşasın Stalin, Yaşasın Rusya” sloganı atar en sonunda da “Yaşasın Tito”
derlerdi. 1948’den sonra sadece “Yaşasın Tito” sloganı kullanıldı. Tito’nun
Stalin’le bozuşup Rusları Yugoslavya’ya sokmaması Türkler tarafından sevinçle
karşılandı.
(1948
yılına kadar Yugoslavya’da Stalin ve Rusya’ya her şeyden çok değer veriliyordu.
Devlet dairelerinde ve okullarda Tito’nun fotoğrafı yanında Stalin’in fotoğrafı
da asılıydı. “Sovyetler” tabiri yerine doğrudan Rusya deniyordu. Rusya büyük
ağabeydi. Bu yaklaşım, 1948’de ilişkiler bozuluncaya kadar sürdü.
Rusya’ya karşı tavır alınmasında Komünist partisi Merkez Komite üyesi Milovan Cilas etkili oldu. Milovan Cilas Rusya’ya yaptığı resmi gezilerde Stalin’le birçok görüşme yaptı. Stalin’in sadece Rusya’yı düşündüğünü ve sömürgeci bir tutum içinde olduğunu görerek büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Oysa Cilas, Rusya’ya ilk giderken büyük bir heyecan içindeydi. “Bir Müslüman Kâbe’ye giderken nasıl heyecanlanırsa ben de öyle heyecanlıyım” diyordu. Bunu “Stalin’le Konuşmalar” kitabında anlatıyor. Cilas’ın basılmış ve çeşitli dillere çevrilmiş birçok kitabı vardır. Stalin’le Konuşmalar, Eksik Kalmış Bir Cemiyet, Yeni Sınıf en önemlileridir. Yeni Sınıf kitabında, Komünist sistemin tahlilini yapmaktadır.
1948 yılında ilişkiler bozulunca Stalin’in fotoğrafları resmi dairelerden ve okullardan indirildi. Stalin’in fotoğrafları ile Ruslarla ilgili kitaplar kent meydanlarında ve askeri birliklerde törenlerle yakıldı. Yugoslavya Varşova paktından çıktı ve Bağlantısızlar hareketine katıldı. Tito, zamanla Küba lideri Kastro ile giriştiği mücadeleyi kazanarak Bağlantısızlar hareketinin lideri oldu.
Babamın
bir de Türk Marangoz ustası Kemal vardı. Marangoz Kemal, Köprülü Derbent
Halveti Tekkesi şeyhinin akrabasıydı. Baştan beri komünizmi benimsemiş bunun
için çalışmış bir Komünist Partisi üyesiydi.
Onun babama anlattığına göre Tito, Stalin ile
bozuşunca Yugoslavya Komünist Partisi üyelerinden, bürokratlardan, asker ve her
kesimden kendince şüpheli gördüğü kişileri evlerinden aldırır.
Gözaltına alınan kişinin önüne iki belge
sürülür. Biri Stalin diğeri Tito’nun prensiplerini içermektedir. Hangi
prensipleri benimsediği sorularak imzalaması istenir. Tutuklanan kişi Ülkeye
hangi gücün hâkim olduğunu bilmemektedir. Tito’nun prensiplerini imzalayanlar
serbest bırakılır. Stalin’in prensiplerini imzalayanlar idam, hapis ve sürgün
cezalarına çarptırılır.
Marangoz
Kemal da Stalin’in prensiplerini imzaladığı için tutuklanır. Sürgün cezasına
çarptırılır. Sürgüne kapalı hayvan vagonlarında götürüldüğünden sürgün cezasını
nerede çektiğini hiçbir zaman öğrenemez.
Böylece
Tito, Stalin ile ipleri tam koparmadan önce Parti içindeki muhaliflerini
temizlemiş olur.)
Para sık
sık tedavülden kaldırılıyor yeni para çıkarılıyordu. Böylece para
biriktirilmesi önleniyordu.
Bir
komünistin ifadesi en doğru kabul ediliyordu. Bir komünist birine bir suç
yükleyerek ölüme kadar götürürdü. Ne kadar çok ihbar yaparsa o kadar çok göze
girerdi.
Halk
Cephesinden başka siyasi parti yoktu. Seçimlerde iki sandık bulunurdu. Biri
üzerinde liste olan Halk Cephesi sandığı diğeri de Sahipsiz Sandıktı (Pusto
Kutiya). Sahipsiz sandıkta liste yoktu. Yuvarlak lastik toplar oy pusulası
olarak kullanılıyordu. Top hangi sandığa atılırsa oy o sandığa yazılırdı.
Sahipsiz sandığa oy atmak demek takibata uğrayıp her türlü sıkıntıyı göze almak
demekti. Böylece Halk Cephesi her seçimi tam listeyle kazanıyordu. Muhalefet
diye bir şey yoktu.
Listeler
parti merkezinde hazırlanıyordu. İki meclis vardı biri her federe devletin
kendi meclisi, diğeri de bütün Yugoslavya’yı temsil eden meclisti. Meclislerin
çalışması da seçimler gibiydi. Parti merkezinden gelen kanun tasarıları milletvekilleri
tarafından otomatikman onaylanırdı. Üzerinde konuşmak hele eleştirmek yoktu.
Pravda,
Politika, Nova Makedonya ve Türkçe yayın yapan Birlik gazeteleri vardı. Bu
gazetelerden sadece birini okumak yeterliydi çünkü her gün hapsi aynı şeyleri
yazıyordu.
Din
kurumlarını tamamen ortadan kaldıramadılar. Ama yeni yetişen gençleri dinsiz
yetiştirmek için her türlü beyin yıkama çalışmasını yaptılar. “Allah vardı ama
biz onu kovaladık ve Kumanova dağlarında vurduk” şeklindeki bir klişe cümleyi
sık kullanıyorlardı.
Herkesin
bir casusu vardı. Bunun kim olduğunu kimse bilemezdi. Çoğunlukla hiç umulmadık
yakın bir arkadaş olurdu. Türkiye’ye geldikten sonra bunların bazıları ortaya
çıktı. Güven ortamı yoktu, herkes birbirine şüphe ile bakıyordu. İnsanlar
oğlundan, kardeşinden, arkadaşından şüphe ediyordu. Sağ gözün sol göze kalbin
tene güveni yoktu. Ne kadar ihbar yaparsa o kadar değer kazanıyor, yapmazsa
daha sıkı takip ediliyordu. Bu yüzden insanlıktan nasibi olanların yaşayacağı
bir ortam değildi.
1945’te her
millete kendi dilinde ilkokul ve ortaokullar açıldı. Böylece Türkçe eğitim
Latin alfabesi ile başladı. İlk ve ortaokulları Türkçe okuyan çocuklar daha
sonrası için Türkçe okul olmadığından burada kalıyordu. Zaten Türkçe eğitim
veren okullarda öğretmenlerin çoğu yetersiz olduğu için eğitim seviyesi
düşüktü. Lise ve üniversiteye gitmeleri mümkün olmuyordu. Her yerde ortaokul
olmadığı için ortaokula gitmek de çok zordu. Onların “dörde kaa” okuması
yeterli sayılıyordu. Bunun farkına varan bazı varlıklı ve ileri görüşlü Türkler
çocuklarını Sırp okullarına göndermeyi seçtiler.
Türk
okullarına öğretmen olmak için önce Komünist Partisine üye olmak gerekiyordu.
Yazın iki ay kurs, biraz okur yazarlık yeterliydi. Ne yazık ki bunlardan
bazıları, hiçbir okul bitirmedikleri halde, oradan getirdikleri uydurma
belgelerle Türkiye’de de öğretmenlik yaptı. O düzende hak etmedikleri makam ve
nimetlere sahip oldukları için Türkiye’de de komünizm ideolojisi için
çalıştılar. Bunların etkisi ile yakın
çevreleri de bu ideoloji yanlısı ve militanı oldular. Manisa’da öğretmenlik
yapan Niyazi bunlardan biridir.
Angaryanın
her türlüsü vardı. Evdeki iki erkekten birisi yol, fabrika baraj ve diğer inşaatlarda
ücretsiz olarak çalıştırılırdı. Bunlar sözde gönüllüydüler.
Azınlıklara,
özellikle Türklere iktidara gelirken söylediklerinin aksine ayırımın her
türlüsünü yaptılar. Resmi dairelerde bir Türkün işi varsa çoğunlukla güçlük
çıkarılırdı. Sıra bekleyen bir Sırp’la Türk’se sıra Türk’te bile olsa önce
Sırp’ın işi görülürdü.
Bir gün
Üsküp’te işim bitmediği için gece otelde kalmam gerekti. Otellerin tamamı
devlet işletmesiydi. Merkez olan bir otelden kalınacak otel ve oda için işlem
yaptırılıyordu. O gün bir etkinlik yüzünden yer sıkıntısı vardı. Kalacak yer
için kuyruğa girdim. Biz Türkler başımıza siyah takke giyerdik. Siyah takke
giyenlerin Türk olduğu bilinirdi. Benim de başımda siyah takke vardı. Bana sıra
gelince işlemi yapan memur başımdaki takkeye baktı ve yer olmadığını söyledi.
Hiçbir şekilde şikâyet edip hak aranamazdı. Sonu kötü olurdu. Sıradan çıktım,
biraz gezindim ve takkemi cebime koyarak tekrar sıraya girdim. Sıram gelince düzgün
bir Sırpça ile isteğimi söyledim. Yüzüme bakıp tamam deyip adımı sorunca, Abaz
Asanov dedim. Şöyle bir baktı ve kalacağım oteli ve oda numaramı söylemek
zorunda kaldı. Bunların örnekleri çoktur.
Komünizm
çok sıkı bir rejimdir burada rüşvet verilip alınmaz denir. Oysa rüşvet çok
yaygındı. Gizli Polis Teşkilatında (UTBA) bile rüşvetle iş görenler olduğunu
biliyoruz. Turgutlu 1970
(Bir
Makedon araştırmacının Tito döneminin ilk yılları için yaptığı değerlendirme
babamın görüşlerini destekliyor. Bu genel kabul gören bir görüştür.)
“İkinci
Dünya Savaşı'ndan sonra toplumsal düzende yaşanan değişimle, Sosyalizm,
1950'lere kadar teorik komünizme benzer şekilde uygulandı. Başlangıçta, ideolojik
dayatmalar, dini hakların arka plana itilmesi, ateizmde ısrar edilmesi, o
zamanki Yugoslavya’nın tamamında, bir huzursuzluk yarattı. Sosyoekonomik durum,
yoksulluk, düşük gelirler, düşük tarım ürünleri fiyatları, özel mülklerin
(tarlalar, ormanlar, sürüler) kooperatiflerde zorla birleştirilmesi ısrarı, tüm
bunlar zor bir yaşama ve memnuniyetsizliğe katkıda bulundu.”











Hiç yorum yok:
Yorum Gönder