Liseyi bitirdiğimde Memduha Hanımın Karşıyaka'daki evinde- 1967 |
1955 yılının eylül ayında, o zamanki
Yugoslavya'dan serbest göçmen olarak İzmir'e geldik. Göçmen olmak her türlü
zorluğu beraberinde getiriyor. Makedonya'nın bir köyünden, yepyeni bir ülkenin
büyük bir şehrine gelmişsiniz, ev yok, iş yok... Bölge farklılığından doğan
konuşma ve davranış gibi uyuşmazlıklar zorlukları daha da artırıyor.
Çocuk yaşımızda İzmir gibi bir şehre
gelmek çok hoşumuza gidiyordu. İlk günlerde hiçbir zorluğun farkında olmadan,
yeni yeni oyunlar ve zevkler keşfediyorduk. Benim en büyük zevkim on kuruş
bulduğumda manavdan tek tek alarak yediğim muz denilen meyveydi. Şehitler
mahallesinde, halk arasında Darağacı denilen mıntıkada oturuyorduk. İzmir
suikastından sonra idam sehpaları buraya kurulduğu için halk arasında bu isimle
anılıyordu.
Deniz,
bizim gibi dereden ve Vardar’dan başka su görmemiş insanlar için çok ilgi
çekici bir şeydi. Sık sık deniz kenarına giderek, denize girenleri seyrederdim.
Sadece şort giydiğim bir gün, benden oldukça büyük bir çocuk, beni tuttuğu gibi
denize attı. Ayaklarım dibe vurdu, çırpınarak, biraz da su yutmuş olarak
güçlükle dışarı çıktım. Bu benim ilk ve çok etkili yüzme dersim oldu. Bu bana
cesaret vermiş olmalı ki bundan sonra kenardan kenardan denize girmeye başladım.
O günlerde denize girilen bu yerden şimdi sahil yolu geçiyor. Zaten körfeze
değil girmek, kıyısında gezmek bile zorlaştı.
Ben memleketten ilkokul birinci sınıfı
okuyarak geldim. Ama ne kadar, hangi seviyede okuma yazma bildiğimi
hatırlamıyorum. Beni sil baştan, yeniden birinci sınıfa aldılar. Kayıt olduğum
Alsancak ilkokulunun yerinde Alsancak stadyumunun kapalı tribünleri
bulunuyordu. Stat genişletildiği zaman, bu kendine göre mimarisi olan, tarihi
bina yıkılarak yerine kapalı tribünler inşa edildi. Zaten yakın zamanda bu stadyum da yıkıldı. Bahçesindeki palmiye
ağaçları ile karakteristik bir Ege yapısı olan bu güzel bina köyümüzdeki
okulumuz yanında bize çok muhteşem görünürdü. İki katlı olmasına rağmen yüksek
bir bina idi. Geniş merdivenlerden çıktıktan sonra genişçe bir koridor ve bu koridora
açılan yüksek tavanlı sınıflar bulunuyordu. Sınıf tabanları tahtadandı ve
devamlı mazot sürüldüğü için simsiyah görünüyorlardı.
Türkiye'deki bu ilk öğretmenimin adını
ve simasını bugün hiç hatırlamıyorum. Ama o sınıfta yaşadığım bir olayı hiçbir zaman
unutmadım. Hele öğretmen olduktan ve sınıf öğretmeni olan eşimin okullarda
yaşadıklarını gördükten sonra, bu olay hafızamda daha büyük bir yer buldu.
Memlekette birinci sınıfı okuduğum için, az çok okumayı sökmüş olmalıyım
ki; kısa bir zaman sonra sınıfta ilk okuyan öğrenci olarak ilan edildim.
Okumayı söken öğrenciye bir nişan olarak kırmızı kurdele takılması gerekiyordu.
Çünkü öğretmenimiz okumayı başaran her öğrenciye kırmızı kurdele takılacağını
söylemişti. Öğretmenimizin -- "tamam göçmen, kırmızı kurdeleyi hak
ettin" dediği gün eve büyük bir sevinçle gittim. Okumaya, bilgiye çok önem
veren babam ve ailem çok sevindiler. Bir çiftçi çocuğu olarak doğan ve
hayatının önemli bir bölümünü bu işle geçiren babam, Türkiye'ye göçme söz konusu
olunca,"orada tarlam, malım olmayacak sıradan bir işçi olmayayım"
diye düşünerek bir ustaya para ödeyerek marangozluk öğrenmişti. Okumamızı iyi
meslekler edinmemizin yanında bilgili, kültürlü insanlar olmamız için isterdi.
Bunun için ömrü boyunca her türlü fedakârlığı yaparak okumamız için gerekli
şartları sağlamağa çalıştı.
Kırmızı kurdeleyi hak ettiğimin
söylendiği günden sonra her gün onun hayaliyle okula gitmeme rağmen, bu bir
türlü gerçekleşmiyordu. Bir gün bütün cesaretimi toplayarak, "öğretmenim,
bana ne zaman kurdele takacaksınız?" diye sordum. Aldığım cevap beni allak
bullak etti:
"Senin önlüğün yok göçmen, ne zaman okula önlükle gelirsen o zaman takacağım"
Evet, önlüğüm yoktu, okula memleketten getirdiğimiz lacivert bahriyeli ceketi ile gidiyordum. Ailemizde tek babam çalıştığı için maddi yönden sıkıntı içindeydik. O günün Türkiye şartlarında önlük almak çok zor olmalıymış ki bir türlü önlük alınamamış. Üstelik bütün varlığımızı bırakarak göç ettiğimiz için hiçbir birikimimiz de yoktu.
"Senin önlüğün yok göçmen, ne zaman okula önlükle gelirsen o zaman takacağım"
Evet, önlüğüm yoktu, okula memleketten getirdiğimiz lacivert bahriyeli ceketi ile gidiyordum. Ailemizde tek babam çalıştığı için maddi yönden sıkıntı içindeydik. O günün Türkiye şartlarında önlük almak çok zor olmalıymış ki bir türlü önlük alınamamış. Üstelik bütün varlığımızı bırakarak göç ettiğimiz için hiçbir birikimimiz de yoktu.
Bunların farkında olmadığım için her
gün anneme ağlıyor, sızlıyor önlük istiyordum. Çünkü benden sonra okumayı söken
öğrencilere kurdele takılmağa başlanmıştı. Benim için okula gitmek artık
işkence haline gelmişti.
Bu arada öğretmenizin, bir başka
sınıfta okuyan oğlunun doğum günü partisi için evine davet edildik. Alsancak
semtinde olan bu eve nasıl gittiğimi hiç hatırlamıyorum. Hatırladığım başka
şeyler var. Dolaplı radyo ve pikap bunların en önemlisi idi. Hele üst üste
konan plakların sırayla düşüp çalması beni çok etkilemişti. Derken bir zil
sesiyle herkes sustu, hayatımda ilk defa telefon görüyordum. Arayan
öğretmenimizin nakliyeci olan eşiydi, oğlunun doğum gününü kutluyordu. O gün
pasta da yedim herhalde. Bütün bunlar beni ezmişti, çok sıkılmıştım, hele
yanlış bir şey yaparım diye de çok korkmuştum. Ayrıca sınıf arkadaşlarımın
"göçmen" aşağı "göçmen" yukarı hitapları beni çok rahatsız
ediyordu. Öğretmenimizin bana bu şekilde hitap etmesini, bugün bir eğitimci
olarak açıklayamıyorum. Zaten kendisi de bu yanlışın farkına varmış olacak ki
bir müddet sonra, bana adımla hitap ederek, arkadaşlarımın göçmen demelerini
yasakladı.
Zaman geçiyor, neredeyse sınıfın tamamı
kırmızı kurdelesine kavuştuğu halde, ben hâlâ bu şerefe ulaşamamıştım. Evde
baskımı her gün daha da artırıyordum. Nihayet bir gün annem kimsenin
düşünemediği bir çözüm bularak, zorda kalan insanların neler yapabileceğini
göstermiş oldu. Memleketten gelirken eşya koymak için Amerikan bezinden
yapılmış çok sayıda torba vardı. Annem bunları sökerek, bana bir önlük dikme
mucizesini gösterdi. Önlüğüm dikildikten sonra, kumaş boyasıyla siyaha
boyanınca iş tamamlanmış oldu. Bugün düşündüğüm zaman anneciğimin bu buluşunu
çok, pek çok takdir ediyor ve onu alkışlıyorum.
İkinci sınıfa geçtiğim zaman,
göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı Mersinli yakınlarındaki Çınarlı'ya taşındık.
Çınarlı tren istasyonunun yakınlarında, karşısında büyük bir çamlık bulunan
küçük bir evde oturmağa başladık. Bu çamlık arazisine daha sonra Çınarlı
Endüstri Meslek Lisesi inşa edilecekti.
Babam yine eski mahallemizde çalışmağa
devam ettiği için, Çınarlıdan gidip gelmek kolay oluyordu. Bu yüzden benim de
Alsancak ilkokuluna devam etmemi istiyordu. Ona göre, bu okulda sınıf
mevcutları az olduğu gibi eğitim için gerekli her şey tamdı. Mersinli
ilkokulunda ise sınıflar çok kalabalıktı. Üstelik sabahçı, öğleci, akşamcı
olmak üzere üç posta eğitim yapılıyordu. Bu okula giden akraba çocuklarından
bilgi alan babam ısrarla eski okuluma gitmem için beni razı etmeğe çalışıyordu.
Çünkü ben eski okuluma gitmek istemiyordum. Öğretmenimi sevmiyordum,
arkadaşlarımla kaynaşamamıştım, yani orada mutlu değildim. Ne olursa olsun
başka bir okula gitmek istiyordum. Babam beni razı edebilmek için yol parası
dışında her gün yirmi beş kuruş harçlık vermeyi de vaat ediyordu. Bu o zamanki
şartlara göre çok önemli bir miktar ve benim için büyük paraydı.
Babamın ısrarları kâr etmedi ve ben
Mersinli ilkokuluna kayıt oldum. İkinci sınıf benim için kayıp bir yıl oldu.
Sınıfımız çok kalabalık olduğu gibi devamlı bir öğretmeni de yoktu. O yıl
yanlış hatırlamıyorsam dört öğretmen gördüm. Bunların içinde lise mezunu olan
vekil öğretmenler de vardı. Üstelik üç posta eğitim görüyorduk. Tam bir kargaşa
yaşanıyordu. Rumeli'nin her tarafından gelmiş köylü, şehirli her seviyeden
ailelerin çocukları yanında, Anadolu'nun çeşitli bölgelerinden gelmiş
insanların çocukları, okul mevcudunu adeta patlatmıştı. İkinci sınıfta derslerimize giren hiçbir
öğretmenimi hatırlamıyorum. Babam haklı çıkmıştı, ama yapacak bir şey yoktu.
Mersinli İlkokulu - 1958 |
Üçüncü sınıfta öyle bir öğretmenim oldu
ki, hayatım değişti diyebilirim. Öğretmenliğin çok zor olduğu bu ortamda
Memduha Hanım, bizim için bir kurtarıcı oldu. Üçüncü sınıfta buluştuğum Memduha
Hanım benim son öğretmenim olacak, hatta bu öğrenci öğretmen ilişkisi, ana oğul
ilişkisine dönüşerek, öğretmenim rahmetli oluncaya kadar devam edecekti. Her
öğrenciyle ayrı ayrı ilgilenir, sevgi ve şefkatini kimseden esirgemezdi.
Kendisi ile çok güzel üç yıl geçirdik. Şiir okumamı çok beğendiği için her
bayram bana şiir okuturdu. Bu, o günlerde bizim için çok büyük bir başarıydı.
Rahmetli babam her bayram okulda yapılan törenlere katılarak, benim orada şiir
okumamı gururla seyrederdi.
Babam okumaya ve güzel sanatlara çok
büyük ilgi duyardı. Güzel sesiyle Rumeli türkülerini evde ve dost meclislerinde
seslendirirdi. Yaptığım resimleri çok beğenir, beni teşvik ederdi. Resim
derslerinde en başarılı öğrenciydim. Öğretmenim de resimlerimi çok beğeniyor,
benimle özel olarak ilgileniyordu. Dördüncü sınıfa geçtiğimizde, resim kursu
için haftada iki gün Karşıyaka'ya gidip gidemeyeceğimi babama sormamı istedi.
Babam iyi yetişmemiz için hiç bir fedakârlıktan kaçınmazdı. Bende böyle bir
kabiliyetin öğretmenim tarafından görülüp resim kursuna layık görülmem onu çok
memnun etmişti.
Böylece haftada iki gün Karşıyaka Çocuk
kütüphanesinde açılan resim kursuna devam etmeğe başladım. Öğleci olduğumuz
için, sabah kurs için Karşıyaka'ya gidiyor, kurs bitiminde öğretmenimin evine
uğruyordum. Memduha Hanım eve uğramam için sıkı sıkı tembih ediyordu. Bana
güzel bir yemek yedirdikten sonra, beraberce evden çıkıp, okulumuza gidiyorduk.
Bu kurs beşinci sınıfta da aynen devam etti. Yalnız bu defa sabahçı olduğumuz
için, öğleden sonra, öğretmenimle birlikte evine gidiyor, yemeğimizi yedikten sonra
kursa katılıyordum.
Yıllar sonra oğlumun sünnet düğününe geldiğinde, bu kurs günlerimizi ve bana yedirdiği güzel yemekleri hatırlattığımda, hiçbirini hatırlamadığını görünce, O'nun büyüklüğünü bir defa daha takdir ettim. Ancak büyük insanlar yaptıkları iyilikleri unutup, yeni iyiliklere yönelirler. Memduha hanım, o kadar çok iyilik yapmıştır ki bunları hatırlaması mümkün değildir. Bunlardan benim dışımdaki birine yakından şahit oldum. Ortaokulda da aynı sınıfta okuduğumuz Ramazan adında bir göçmen arkadaşımız vardı. Maddi sıkıntılar yüzünden okula devam edemediği için, öğretmenimiz onu bir matbaaya yerleştirerek, iyi bir matbaacı olmasında birinci derecede rol aldı. Ramazan bugün büyük bir matbaası ve birçok elemanı olan çok başarılı bir iş adamıdır.
Yıllar sonra oğlumun sünnet düğününe geldiğinde, bu kurs günlerimizi ve bana yedirdiği güzel yemekleri hatırlattığımda, hiçbirini hatırlamadığını görünce, O'nun büyüklüğünü bir defa daha takdir ettim. Ancak büyük insanlar yaptıkları iyilikleri unutup, yeni iyiliklere yönelirler. Memduha hanım, o kadar çok iyilik yapmıştır ki bunları hatırlaması mümkün değildir. Bunlardan benim dışımdaki birine yakından şahit oldum. Ortaokulda da aynı sınıfta okuduğumuz Ramazan adında bir göçmen arkadaşımız vardı. Maddi sıkıntılar yüzünden okula devam edemediği için, öğretmenimiz onu bir matbaaya yerleştirerek, iyi bir matbaacı olmasında birinci derecede rol aldı. Ramazan bugün büyük bir matbaası ve birçok elemanı olan çok başarılı bir iş adamıdır.
Ben de hayatımı resim öğretmeni geçirdim
ve şimdi emekliyim. Resme yönelmemi büyük ölçüde Memduha öğretmenime borçlu
olduğumu düşünüyorum. Bunun dışında ondan hayatım boyunca faydalanacağım çok
şeyler öğrendim. Bana ve birçok arkadaşıma çok büyük bir okuma ve kitap sevgisi
aşıladı. Daha lise çağında oldukça büyük kitaplıklar oluşturan arkadaşlarım
oldu. Ben de kendi çapımda, maddi imkânlar ölçüsünde bir kitaplık oluşturdum.
Vefatından önce sık sık görüşme
imkânımız oldu. Eşimle, Zeytinalan'daki yazlığına gittiğimizde bizi büyük bir
sevinçle karşılar, her biri hayat dersi olan nasihatlerde bulunurdu. Ölünceye
kadar bize ışık oldu.
Ruhun şad mekânın cennet olsun Memduha İçpınarcıoğlu öğretmenim!
Ruhun şad mekânın cennet olsun Memduha İçpınarcıoğlu öğretmenim!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder