19 Şubat 2012 Pazar

Muhteşem Mazlum

Dr. M. Hanefi YONTAR
24 Mart 2001 Eskişehir

    Yıllardır her bayram sabahı, Yahya Kemal’in “Bir mehâbetli sabâh oldu Süleymaniye” sözleri, şuurumu sarıp sarmalar. Şairin, “Tanrının mâbedi her bir tarafından doluyor.” Mısraındaki insanlardan biri olarak, “kanat” ve “ayak sesleri” arasında “Süleymaniye’nin yeniden tarih olması”na şahit olmayı hayal ederdim. “Varisi olmakla mağrur olduğum” bu ulu mâbette, belki “nefer esvaplı biri”nin, yahut bir hamalın veya torunuyla gelmiş nur yüzlü bir dedenin yanında diz çöküp “vatanın birliğine karışma”nın susuzluğunu çekerdim.


    Muradiye’de, Ulu Cami’de ve Yeşil’de ruhî lezzetler tatmıştım. Onların sadeliği altında ayrı bir uhrevî dünya bilmediğim renkler hissederdim. Süleymaniye farklı olmalıydı; zirâ onun ardında Sinan ve bütün ihtişamıyla Kanunî Süleyman vardı.
    Bir kurban Bayramı sabahı, Süleymaniye’ye giden ayak seslerine ben de karıştım. “Yıllardır hasretini çektiğim şeyi, nihayet yaşayacağım!” heyecanıyla girdiğim mâbette, arka saflarda yer bulabildim.
    Gözlerim şamdanların islerinin emildiği yerleri ararken, kulaklarımda Koca Sinan’ın nargilesinin tokurtuları vardı. Mihrap, minber, kubbe ve kemerler; Sinan ve Süleyman, kısacası ihtişam başımı döndürdü. Vâizin sesini değil de Kanunî’yi duyuyordum: “Ben ki sultân-ı selâtin (sultanların sultanı),…… Kara Denizin ve Ak Deniz’in ve Arabın ve Mısır’ın ve Anadolu’nun ve Rumeli’nin sultanı ve padişâhı…” ve küçültücü bir ifadeyle “Sen ki Françesko’sun!”
    Bu ses Avrupa’yı sarsan sesti. Bu ses ilmin, dirayetin ve gücün sesiydi. Bu seste Osmanlının büyüklüğü vardı.
    Bir zamanlar,
            Sakın aldanma cihana olmasın sende gurur
            Ne kadar devlet bulursan kendözini eyle nûr
Diyen bu seste biraz kibir de var mıydı?...
    Sanat şaheseri olan bu mâbedi Sinan mı yapmıştı, yoksa Sinan’ı da eserini de Süleyman mı ibda etmişti.
    Huzur ve teslimiyetle namaza durmayı yıllardır hayal ettiğim camiden, tam bir huzur bulamadan ve bir şeylerin eksiliğini hissederek çıktım.
    İstanbul’u yıkayan sabahın ilk ışıkları ve kanat sesleri altında, cihan sultanına türbesi önünde Fatiha okurken birinin, “Hürrem’e okumayacağım!” dediğini duydum. Geçen kalabalık içerisinde, ebedî kırgınlık sezilen sesin sahibini boşuna aradım. Bu ses bir başka insanın sesi miydi, duygularımın mı ses hâlinde kulaklarıma aksedişiydi?...
    Arkamda duran da sanki Hürrem’in mezarı değildi. Orada yanında yedi dilsiz cellat, elinde yağlı kemendiyle cellat başı Zal Mahmut Ağa, onların arkasında Roksalan ve sinsi Rüstem duruyordu sanki. Bu tablonun fonunda da Taşlıcalı Yahyâ’nın tarihin derinliklerinden gelen çığlıkları:
        Meded meded bu cihânın yıkıldı bir yanı
        Ecel celâlîleri aldı Mustafâ Hânı
        Tolındı mihr-i cemâli bozuldu dîvânı
        Vebâle koydular âl ile Âli-i Osmânı
    Sefer-i hümayunda, sağ tarafında yer alacağı babasının elini öperek hayır duasını alma heyecanıyla girdiği otağda, hükümdar yerine cellatlarla karşılaşmak ve boynuna ilmik geçirilmek…
    Ne korkunç bir âkibet!...
    Hayır, ilmikle nefessiz kalmaktan daha korkunç, daha tiksindiricisi de varmış: Düzmece mektuplarla, sultan babaya ihanet etmiş gibi gösterilmek ve babanın buna inandırılması!...
    Cihan hâkiminin:
        Stanbul’um Karaman’ım diyâr-ı mülket-i Rûm’um
        Bedahşân’ım ve Kıpçağım ve Bağdad’ım Horosân-ım

        Saçı vâvım kaşı yâyım gözü pür-fitne bîmârım
        Ölürsem boynunu kanım meded hey nâ-müselmânım
diye perestiş ettiği Roksalan (Hürrem), sultanın yalnız gönlünü değil şuurunu da bağlamış olmalı…
    Hürrem’in Rüstem’le elbir edip babayı oğula kıydırması, tarihî bir görevin ifâsı, kanının emri miydi?...
    Taşlıcalı Yahya başını hiçe sayıp “ecel celâlîleri”nin Osmanoğlunu hilelerle aldatıp vebâle soktuklarını söylerken haksız mıydı?...
    Bu entrika, cihan devletini meş’um sona götüren ilk adım değil miydi?...
    O bayram sabahında, Muhteşem Süleymaniye’de eksikliğini hissettiğim şeyi anladım. Ulu Cami, Yeşil ve Muradiye’deki tevâzu ve huzur burada yoktu. Evet, onların üstünde hâlâ dolaşmakta olan Edebalı’nın nefesi ve iç huzuru Süleymaniye’ye gelmemişti. Gelmeyeceğini bildiği için, Mustafa da Muradiye’de büyük atasıyla aynı feyzi teneffüs etmek üzere Bursa’ya sığınmıştı; çünkü sonsuz huzuru orada bulacaktı.
    Süleymaniye’den ayrılmadan yalnızca cihan sultanına, o büyük mazluma, o muhteşem mazluma tekrar fatiha okurken, onun pişmanlığını da hissediyor,
        Ey Muhibbî dâr-ı dünyâ kimseye kılmaz vefâ
        Gösterir kendüyi evvel zînet ile zen gibi.
dediğini duyuyordum.

Dr. M. Hanefi YONTAR
24 Mart 2001 Eskişehir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder