Rahmetli babam Abbas Şirvan’ın aziz anısına.
Olay Makedonya’nın Köprülü (Veles) kasabasına bağlı Çeltikçi (Orizari) Türk köyünde 1943 yılında geçmiştir. Olayın kahramanı rahmetli babam Abbas Şirvan’dır.
Karamusli
tarafından mezarlığı geçip köy meydanını görünce donup kaldı, meydan Bulgar
askeri kaynıyordu. Köylüyü meydana toplamış sağa sola koşuşturup duruyorlardı.
Ne olabilir diye düşünüyor, aklına hiçbir şey gelmiyordu.
“İkinci Dünya savaşı bütün hızıyla devam ediyordu. Almanlar bütün Balkanları tabi Makedonya’yı da işgal etmişlerdi. Makedonya’da Almanlarla müttefik olan Bulgar idaresi vardı. Almanlar Makedonya’da yönetimi Bulgarlara bırakmışlardı. Bulgarlar Türklere baskı ve hakaret için hiçbir fırsatı kaçırmazlardı. Birden bir müddet önce bir gece köye gelen Partizanları hatırladı:
Soğuk bir kasım gecesiydi, kasım ayazı insanın
iliklerine işliyordu. Gökyüzü pırıl pırıldı, yıldızlar tek tek sayılacak kadar
net ve parlaktı. Akşam yemeğinden sonra Emine halasına gitmiş, Ali dayı tamburasını
çalmış, muhabbet ederek güzel vakit geçirmişlerdi. Tam eve gelip yatmaya
hazırlandıkları sırada evin kapısı hızlı hızlı çalındı. Gecenin ilerlemiş
saatinde bütün ev halkı heyecanla kalkışarak merakla birbirlerine bakmağa
başladılar. Zaman kötüydü, ikinci dünya savaşı bütün şiddeti ile devam
ediyordu. Alman ve Bulgar idaresine karşı Tito’nun Partizanları ve onlara karşı
olan Çetnikler dağlarda geziyorlardı. Annesi Hatice nene;
“Kim o” diye seslendi.
“Benim, Tayyip.”
“Hangi
Tayyip?”
“Sizin eski
hizmetkârınız, terolan Tayyip. Abbas Aga evde mi?” Annesi;
“Evde” deyiverdi. Herkes
Hatice neneye ne yaptın der gibi baktı.
Babam
önceki yıllarda kendilerinde kısa bir süre çalışan Tayyip’i hatırladı, ama
günün bu saatindeki bu gelişin pek hayırlı olmadığını düşündü.
Annesinin evde
cevabından sonra artık kapıyı açmak gerekiyordu. Annesinin bütün karşı
çıkmalarına rağmen kapının arkasındaki demir kolu kaldırarak avluya çıktı ve
portayı açmaya yöneldi, arkasından annesi ayrılmıyordu. Portayı açtığında ilk
olarak saçı sakalı birbirine karışmış Tayyip’i, sonra da onun arkasında duran,
göğüslerinde çapraz fişeklikler, omuzlarında tüfekler bulunan iki kişiyi
gördüler. Bu iki silahlı adam Tito'nun partizanlarından olmalıydı.
Partizanlar Yugoslavya'daki Alman ve Bulgar
işgaline karşı, Tito'nun liderliğinde çete savaşı veriyorlardı. Dağlarda
geziyor, vur kaç taktiği ile işgalcilere zarar vermeğe çalışıyorlardı. Ayrıca
bu mücadele sonunda Yugoslavya'ya hâkim olmayı istiyorlardı. Bunun için her
türlü propaganda yolunu deneyip kendilerine her kesimden taraftar bulmaya
çalışıyorlardı.
Bütün bunlar yüzünden partizanlarla
karşılaşmak pek hayra alamet değildi, ama yapılacak bir şey yoktu. Daleler'in
samanlığında toplantıya çağırıyorlar, kendisinden başka birçok kişinin orada
olacağını, sadece konuşacaklarını, kimseye zarar vermeyeceklerini ikna edici
yumuşak bir üslupla söylüyorlardı.
Annesi evden çıkıp
gitmesini kesinlikle istemiyordu. Oğluna söz geçiremeyeceğini anlayınca gelen
partizanlara:
“Benim tek oğlum
var, götürmeyin” diyerek adeta yalvardı. Partizanlardan biri:
“Korkma teyze, ben
de anamın bir oğluyum, oğlunu bir yere götürmeyeceğiz” diyerek onu
sakinleştirmeye çalıştı. Babam gelen grupla evden ayrıldı.
Çeltikçili Gençler ayakta tam ortada babam. 1943 |
Samanlığa geldiklerinde kendinden başka Rippay Sülo (Süleyman Çetin) enişte, onun ablasının oğlu ve köyün tahsilli Hıristiyanlarından Stefan Peşo’nun bulunduğunu gördü. Daha başka kişilerin de geleceğini söylüyorlardı. Merakla ne olacağını bekliyor, en çok kendilerini zorla alıp partizan kamplarına götürmelerinden korkuyorlardı. Karşı koyacak durumları yoktu. Bir müddet bekledikten sonra başka kimsenin gelmeyeceği anlaşılmış olmalı ki silahlı partizan grup topluca içeri girip, bir tören havasında sol ellerini yumruk yapıp yukarı kaldırdılar ve "faşizme ölüm, halklara özgürlük" diye bağırdılar.
Böyle bir sloganı
ilk defa duyuyorlardı ama Almanlara faşist dendiğini bildiği için, faşizm
kelimesinin onlar için söylendiğini anladı.
(Babam bu olayı
her anlattığında bu sloganın Makedoncasını da söylerdi. “Smrt na
faşizmot, sloboda na narodot.” Türkiye’de de bir zamanlar çok
kullanılan “kahrolsun faşizm, yaşasın halklar” sloganı gibi.)
Sonra başladılar anlatmaya:
“Savaşın sonunun geldiğini, Almanların artık
birçok cephede gerilemeğe başladıklarını, bu yüzden yakında çekip
gideceklerini, onlar gidince Bulgarların da burada tutunamayacaklarını ve işte
ondan sonra buralarda bambaşka bir idare kuracaklarını söylüyorlardı. Bu yeni
rejimin adı sosyalizmdi. Bu yeni dönemde, Türk, Sırp, Makedon, Arnavut, şu bu
ayırımı olmayacak, her halk dininde, dilinde serbest olacak, kendi istediği
gibi yaşayacaktı. Zengin fakir ayırımı da kalkacak herkes eşit olacaktı. Devlet
dairelerinde de hiçbir ayırım yapılmayacaktı. Ama bütün bunlar için yardıma
ihtiyaçları vardı. Bize gençlerinizi verin, gıda ve giyecek yardımı yapın
diyorlardı. Ve uzun uzun sosyalizmin insanlara getireceği güzel ve faydalı
şeyleri anlatıyor, anlatıyorlardı.”
Uzun bir sessizlikten
sonra, babam söz alıp şöyle der:
“Eğer biz size herhangi bir şekilde yardımcı
olursak, bizlere eziyet etmek için bahane arayan Bulgarlara koz vermiş oluruz. Bulgarların
Türklere nasıl düşman olduklarını herkes biliyor. Biz erkekler sizinle dağa
çıksak, geride kalan ailelerimize yapmadıklarını bırakmazlar. Bu yüzden sizi
gönülden desteklesek bile bunu açıkça gösteremeyiz.”
Gece boyunca
propagandalarını devam ettiren partizanlar, sabaha karşı ortalık aydınlanmadan,
yine geleceklerini söyleyerek köyü terk ettiler.”
***
1955 |
Bütün bunları aklından geçirdikten sonra köydeki askerlerin geliş sebebini bulmuş olduğunu düşündü. Hapse girmek istemiyordu, hapse girme düşüncesi ona sıkıntı veriyordu, bu yüzden köye girip girmemekte karasız kaldı. Aklından dağları tutup Yunanistan üzerinden Türkiye'ye gitmeyi geçirdi. Ama hiçbir hazırlığı yoktu, üstelik dönmezse geride kalan ailesi ne olacaktı. Genç eşi, iki küçük çocuğu, kız kardeşi ve annesi vardı. Bulgarlar kötülük eder imiydi acaba? Bu son ihtimal kaderine razı olmasına yetti. Köy meydanına uğramadan arka sokaklardan dolaşarak eve vardığında, askerlerle karşılaştı. Ev halkı perişan durumdaydı, ağlaşıp duruyorlardı. Askerlerin nezaretinde köy meydanına getirildiğinde, o gece samanlıkta olanların eksiksiz toplandığını gördü.
Ardı ardına birbirlerine
bağlanarak Köprülü'ye doğru yola çıkarıldılar. Ne için götürüldükleri konusunda
hiçbir şey söylenmese de Partizanların köye gelişiyle ilgili olduğunu artık
biliyorlardı. Önünde o geceki toplantıya katılan Stefan Peşo vardı. Stefan
köyün sekiz on Hristiyan ailesinden birine mensup, tahsili olan, aklı başında
bir insandı. Yavaşça:
“Komşu, bunlar her şeyi biliyor, nasıl ifade
vereceğiz, birlikte hareket edersek iyi olur” dedi. Stefan:
“Evet her şeyi bildikleri belli, o gece
toplantıya katılanları eksiksiz topladılar. İnkâr etmek boşu boşuna işkence
görmek demektir. Geldiler, yardım istediler, biz yardım edemeyeceğimizi
söyledik, ama kötülük yapmalarından korktuğumuz için ihbar edemedik deriz”
dedi.
Nezarethanede hepsi aynı şekilde ifade verme
konusunda anlaştılar. Mahkemede
Tayyip’le karşılaşınca yakalanmalarının sebebini çok daha iyi anladılar. Tayyip
yakalanınca Partizanlarla gittiği her yeri, tabii bu arada Çeltikçi’yi de
söylemiş. Nereye, nasıl gittiklerini, kimlerle görüştüklerini ve neler
konuştuklarını anlatmış.
Kısa bir mahkemeden sonra altışar ay
sürgün cezasına çarptırıldılar. Her biri Bulgaristan'ın değişik bir bölgesinde
ikamete ve oradaki askeri amirin hizmetine mecbur edildiler. Bulgaristan'a doğru yola çıkarken iyi
bir tarih bilgisine sahip olan babam, bir Türk olarak, bir zamanlar buralarda
egemen iken, şimdi Türk düşmanı Bulgarlara hizmetçi olmanın derin üzüntüsünü
yaşıyordu.
Bu sürgün günlerinde ona
en zor gelen şey, Türklere ve Türklüğe yapılan haksız ve kasıtlı hakaretlerdi.
Bulgarlar yerli yersiz, Türkleri aşağılamak için fırsat kolluyordu. Bulunduğu
kasabada eskiden Türkler yoğun olarak yaşıyorlarmış. Burası Sofya yakınlarında
ufak bir kasabaydı. Balkan savaşında burada yaşayan Türklerden, kaçan kaçmış,
kaçamayanlar katledilmişti. Arkadaş olduğu bir Türk dostu Bulgar bunları
üzülerek kendisine nakletmişti. Bulunduğu durum sebebiyle konuşamaman, cevap
verememenin ağırlığı onu kahrediyordu.
***
Muharrem Derbent |
Babam Bulgaristan’da sürgündeyken yanına amcalarından kimse gelmedi. Yalnız ablasının kocası Patlıcan Marem (Muharrem Derbent) eniştesi gelerek kendisi için gerekli bazı eşya ve malzemeler getirdi.
Muharrem
enişteden, İştip üzerinden Koçana’ya ve eski adı Sarova olan Delçova’ya oradan
da Sofya’ya zorlu bir yolculuktan sonra nasıl ulaştığını defalarca dinledim.
O günün savaş
ortamı ve şartlarında böyle zorlu bir yolculuğu göze almak gerçekten yürek
isterdi. Muharrem eniştenin bu kahramanca davranışı tarafımızdan hep övgü
görmüştür.
2005 yılında özel
arabayla Makedonya’ya gittiğimizde aynı yolu tersinden kat ettik. Sofya
üzerinden Delçova, Koçana, İştip hattını takip ederek Köprülü’ye vardık. Yol
boyunca bu yollardan sürgüne giden babamı ve zor şartlarda bu yolları aşmayı
göze alan Muharrem eniştemi düşündüm. Onlarla empati kurdum. Duygusal anlar
yaşadım. İkisine de Tanrı rahmet eylesin.
Bu yolları babamın
sağlığında onunla kat etseydik, kasabamızı, köyümüzü, memleketimizi beraber
gezseydik ne kadar güzel olurdu. Ama o, bu topraklarda yaşadığı zorluklar
yüzünden hiç dönmek istemedi.
***
1944 yılının
sonlarına doğru Almanlar Yugoslavya'yı terk edince Tito, Partizanları ile
iktidara geldi.
Tito, altı federe
devletten oluşan Yugoslavya Federe Cumhuriyetini kurdu. Komünist bir yönetim
kurmasına rağmen, her türlü baskıya göğüs gererek Varşova paktına katılmadı.
Batı ülkelerinin de desteğini alarak Stalin’in Yugoslavya’yı Sovyetler
Birliğinin uydusu haline getirme planını boşa çıkardı. Daha sonra takip ettiği
politikalarla bağlantısızlar hareketinin lideri oldu.
İktidara gelmeden önce
verilen sözlerin tamamının yerine geldiğini söylemek zor.
Tito akıllı bir
liderdi yerine göre gerekli dönüş ve düzenlemeleri yapmayı bildi. Bu yüzden
zamanla Yugoslavya’da diğer Komünist ülkelere göre daha yumuşak bir yönetim
biçimi ortaya çıktı.
Yeni yönetimin herkesi mutlu ettiğini, yönetimindeki milletleri kaynaştırdığını söylemek de zor. Tito’dan sonra kaynaştığı zannedilen milletlerin, nasıl birbirlerini vahşice boğazladıklarını bütün dünya gördü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder