3 Aralık 2023 Pazar

KARASLARLI MUHARREM SAMTAŞ

 

Öksüz minaresi ile bugünkü Karaslar

Çocuklarımın dedesi, kayın pederim Muharrem Samtaş, Makedonya’nın Köprülü (Veles) kasabasına bağlı Aşağı Karaslar (Dolno Karaslari) köyünde 1929 yılında dünyaya geldi. Aşağı Köy varsa Orta köy ve yukarı köy de vardır.

Muharrem Samtaş şöyle diyordu:

“Memet Dedemden duymişım, bizim küün adi eskiden Karaaslan imiş. Zamanle Karaslar olmiş. Biz buraa Kaaraman’dan (Karaman) gelmişız. Babadan uula hap bööle anlatılmiş. Biz de çojuklarımıza anlatacayız.”

Samtaş ailesinde Mehmet Dedenin düşünceleri, sözleri herkes için vaz geçilmez ilke ve kurallardır (düsturlardır). Bugün bile bunlara uymağa çalışanlar var.

Karaslar’ın büyük ailelerinden biri olan “Hoca Mehmet” ya da “Molla Mehmet” ailesindendir. Dedesi Hoca Mehmet köyün imamı idi. Kur’an okumayı bilen, dini bilgisi olan önemli bir kişisiydi. Kur’an okumayı ve dini eğitimini babasından almıştı.

Mehmet dedenin babası Molla Süleyman da köyün imamıydı. Osmanlının son dönmelerine kadar Köprülü’de dini eğitimi yapılan kurumlar vardı. Süleyman Hoca’nın, din eğitimini bu kurumların birinde tamamladığı söyleniyor. Eğitim aldığı kurum büyük bir ihtimalle bir medreseydi. Aileye "Molla" denmesi onunla başlamıştır. Süleyman Hoca bu yörede çok yaygın olan tarikatlara karşıydı. Oğlunun da tarikatlardan uzak durmasını isterdi. Gel gör ki oğlu Mehmet babasının isteğine uymadı. Köprülü Derbent Halveti tekkesine bağlandı. Tekkeye çok hizmet ettiği anlatılır. Çünkü insanlar bir tarikata, şeyhe, dergâha bağlanıp hizmet ederek öbür dünyalarını kazanacaklarına inandırılmışlardı.

Sahip olduğu dini bilgiler ve sorgusuz bağlılık Mehmet dedeyi Derbent   Halveti dergâhı şeyhi Şeyh Ahmet Babanın has adamı yaptı. Hem Karaslar’da dergâhın “Dedesi” (Dedelik tarikatta bir makamdır) hem de bilgisiyle her yerde Şeyh Ahmet Babanın yüz akı oldu. Şeyh Ahmet Baba onu gittiği her yere götürürdü.

1948 yılında ölen Mehmet Dedenin, çocukluk ve gençlik yılları Osmanlı yönetimi zamanında geçti. Bu dönemde Osmanlı her bakımdan bitmişti. Kötü yönetim, israf, saraylardaki lüks düşkünlüğü yüzünden insanlar kaderleri ile baş başa kalmıştı. Üst üste gelen savaşlar da milleti bezdirmişti. Sağlık ve eğitim hizmetleri yok denecek kadar azdı. Makedonya’daki Türkler en temel insani hizmetlerden yoksundu. Bu yüzden çoğunluk cahil kalmış, babadan deden gördüğü usullerle derdine derman arıyordu. Şeyh babaya, hocaya, türbelere, koşuyordu. Kolera ve başka hastalıklar ortalıkta kol geziyordu. Çocuk ölüm oranı çok yüksekti.

Bu ortamda Mehmet Dede, bütün kardeşlerini kolera yüzünden kaybettiği için evin tek çocuğu olarak büyüdü. Çok çocuklu kalabalık ailelere hap imrendi.

“Evlenip çoluk çocuğa karışırsam ailem kırk kişi olmadan çocuklarımı ayırmayacağım” diye ahdetti. Öyle de yaptı.

2006 yılında Köprülü’de karşılaştığım ve çok güzel Türkçe konuşan Lazo isimli bir Makedon Hemşerimle aramızda şöyle bir konuşma geçti;

“Senın adın ne be Aga.”

“Lazo”

“Sen kaç yaşındasın be Lazo Aga.”

"Ben yetmiş yaşıni geçmiş bir delikanliyım”

“O vakıt sen bizimkileri tanırsın”

“Angi küüdendi sizınkiler”

“Çeltikçi’den”

“Çeltıkçii bilmem be, Karaslar olsa bilirdım”

“Karaslar’dan sorayım o vakıt. Hoca Memetleri tanıymisın.”

“Tuu kırk kişi yaşaylardi bir evde.”

“Tanıysın demek onlari”

“Epiciini tanıyım be tarla komşiydık”

“Ben Memet dedenin büyük uuli İbraim’ın torunıiyle evliyım. Marem’ın damadiyım. Tanıymisın.”

"Nije tanımam be çok ii arkardaştık.”

“Lazo Aga çekeym senın bir slikani. Götüreyım arkardaşların görsünler. Olur mu?”

“Çok ii olur, em göster em de epijiine çok selam süüle.”

Göçün üzerinden elli yıl geçmiş olmasına rağmen bir Makedon Hemşerimiz kırk kişilik Hoca Mehmet Dede ailesini hatırlıyor. Köprülü aksanı ile bu kadar güzel Türkçe konuşması da ayrı bir güzellik.

Hoca Mehmet ailesi, dedeleri ölünceye kadar kırk beş kişi olmalarına rağmen birlikte yaşamaya devam etti. İyi mi, kötü mü oldu, bu tartışılır.

Muharrem Samtaş, Mehmet Dedenin dört oğlundan en büyüğü olan İbrahim’in oğludur.

Mehmet Dedenin ailesinden olan dört aile 1955 yılında Türkiye’ye göç ederek Turgutlu’ya yerleşti ve hepsi Samtaş soyadını aldı.

Muharrem Samtaş, bizim hep “Memleket” dediğimiz bu topraklar hakkında yaptığım araştırmalarda en önemli bilgi kaynaklarımdan biridir. Baş başa kaldığımız zaman çok iyi anlaşırdık. Soru sormasını, dinlemesini bilir, Memleket hakkında konuşmayı çok severdi. Konuşmak istemediği sıkıntılı zamanlarında bile Memleket konusu açılınca canlanırdı. Değişik zamanlarda konuştuğumuz aynı konulara hep aynı cevapları aldım. Bilgisayara yüklenen bilgiler gibi hiç değişmiyordu. Yoğunlaştığı konuları hafızasına öyle yerleştirmiş ki sanki hep onlarla yaşıyor gibiydi. Turgutlu ve Bursa’da çok sohbetlerimiz oldu. Öğrenmek istediğim konuyu açardım o anlatır, ben de kaydederdim.

Tito’nun ilk yılları ve askerlikle ilgili verdiği bilgiler diğer canlı kaynaklar ve yazılı kaynaklarla da örtüşüyor. Makedonya, Köprülü köyleri ve Ohçebol bölgesi ile ilgili görüşlerinin doğruluğunu da oraları gezerek gördüm.

Memleketimizi çok gerçekçi bir şekilde değerlendirirdi. 1983 yılında Mehmet dedesinin mezarını yaptırmak için memlekete gittiler. O zaman Yugoslavya daha bölünmemişti. Döndüğünde şöyle diyordu;  

“Abe memleket memleket diyoruz, gözümüzde büyütüyoruz. Gidemiyoruz, kaybetmişiz, ayrı kalmışız da ondan. Bizim memleketimiz Makedonya, Yugoslavya’nın en geri bölgesiydi. Makedonya, bir Bursa kadar bile değil. Sade Bursa’nın geliri bile Makedonya’dan fazladır. Bizim orada her şeyimiz vardı ama çok da zahmet vardı, iş çoktu, çok çalışıyorduk. Malı mülkü olanların geçimi iyiydi, tabi köy yerinde ne kadar iyi olursa. Malı olmayanlar, ya da az olanlar çok zor yaşıyordu.

Vardar'ın karşısında Karaslar'ın sebze bahçeleri vardı


Bizim köyümüz Vardar’a ve Köprülü’ye yakındı. Vardar kıyına yürüyerek gidiyorduk. Köprülü’ye araba veya hayvanla gitmek için dolanmak gerekiyordu. Yaya ve eşeklerle gittiğimiz kestirme bir yolumuz vardı. Bu Potok yoluydu. Bu yolla dere içinden doğru Köprülü pazarına çıkardık.”

(Potok, Makedoncada dere anlamına geliyor. Ama Potok burada bu yerin özel adı olmuş. Potok iki dik yamacın oluşturduğu vadinin tabanından akmaktadır. Vadinin girişi Karaslar’ın tam karşısına gelmektedir. Buradan girilerek kestirmeden Köprülü’ye gidilirdi. Eşeklere yüklenen ürünler bu yolla pazara götürülürdü. Bazen ani bastıran yağmurlarda yamaçlardan boşalan suların oluşturduğu seller tehlikeli olurdu. Karaslar’a yakın Bekirli ve Kurudere köylüleri de bu yolu kullanırdı.

Vadinin çıkışında Derbent adı verilen bir yer vardır. Burası vadiye giriş yapılan kasaba tarafındaki boğazdır. Makedonlar bu yere bugün de “Derven” demektedir. Boğaz girişinin sol yamacında Derbent Halveti Dergâhı vardı. Derbent dergahına bağlı olanlar, yol üstünde bulunan dergâha ait mekanlara hayvanlarını bağlardı. Potok şimdi bir gecekondu mahallesidir.)

Sağ tarafta Hoca Mehmet ailesinin
Vardar kenarındaki arazileri.

“Bizim aile olarak geçimimiz iyiydi. Vardar kıyında sebze ve meyve yetiştirdiğimiz bahçelerimiz vardı. Sırbistan’a bezelye gönderiyorduk. Vardar’a uzak tarlalarımızda buğday, arpa, afyon, tütün susam, kavun karpuz her şey yetişiyordu. Hayvanlarımız, koyun sürümüz vardı. Arılarımız da vardı. Bazı seneler çok bal alırdık. Tarlaları işlemek, hayvanları ve arıları bakmak, satılacak ürünleri pazara götürmek için çok insan lazımdı. Bizde iş hiç bitmezdi.”

(Bu bölgede, özellikle Karaslar, Koçilar ve Bekirli’de arıcılığın yaygın olduğu anlaşılıyor. Geçen yıllarda Bekirli’de “Bal Ülkesi” adında bir belgesel çekildi ve yayınlandı. Burada Hatice isimli bir kadının, doğal oyuklarda petek yapıp bal üreten serbest dolaşan arılarla olan ilişkisi anlatılıyor. Koçilar yakınlarında da yalçın yamaçlarda bulunan oyuklarda yaşayan arılardan bal toplandığını duydum. Köprülü’nün öbür köylerinde de az çok arıcılık vardı. Çeltikçi’de Balcı Sülo (Süleyman) ailesi büyük çapta arıcılık yapardı. Türkiye’de Balcı soyadını aldılar.)

“Türkiye’ye gelince baştan çok zorluk çektik ama bir düzen kurunca memleketten çok daha rahat ve kaliteli bir hayatımız oldu. Türkiye çok zengin bir memleket. Burada olan birçok şey orada yoktu. İyi ki gelmişiz.  

Kasabaya (Köprülü’ye) uzak köylerde daha zor yaşanıyordu. Bize en yakın köy olan Koçilar’ın arazisi güneye bakıyordu, bu yüzden güneşi bize göre daha güzel alıyordu. Burada çok güzel yeşil (ıspanak) yetişiyordu. Koçilar da Kasabaya yakındı. Kuridere ve Bekirli köyleri ufaktı. Bizim köyün gerisinde kalıyordu. Şimdi bu köylerde kimse yaşamıyormuş. Kişina da sapa bir yerdeydi. Çok ufak bir köydü. Arazisi az ve çok verimsizdi. Kişina geçimin en zor olduğu köydü. Burada da şimdi kimse yaşamıyormuş. Bir de daha doğuda, yollara uzak, sapa yerde olan Çreşka köyü vardı. Arazisi çok güzel ve verimliydi. Arazisinden bir dere geçiyordu. Çreşka’da her şey yetişirdi ama kasabaya uzak olduğundan mahsulünü satamazlardı. Bu yüzden burada geçim zordu.”

(Çreşka’dan Bregalnisa deresi geçmektedir. Bu dere İştip tarafından gelip Penuş, Çreşka ve Bekirli köylerinin yakınlarından geçerek Gradsko kasabası yakınlarında Vardar’a karışmaktadır. Çreşka adı Makedonca kirazdan gelmektedir. Kirazlık demektir. 

Bekirli’de şimdi kimse yaşamıyor ama Türkler zamanında burada çeltik bile ekildiği söyleniyor. Bekirli arazisi şimdi cıvar köylüleri tarafından kiralanarak ekilmektedir.)

“Ohçebol köylerinde çok buğday ekilirdi. Oçebol’da, sıcak yaz günlerinde gölgesine girecek tek bir ağaç yoktu. Bir armuda hasrettiler.”

(Şimdi Ohçebol’da modern sulama teknikleri ile sulama yapıldığı için Dorfullu ve diğer köylerde her türlü meyve ve ürün yetişmektedir. Yer yer direkler üstünde bağlar da görülüyor. Ohçebol bugün de Makedonya’nın tahıl ambarıdır. Eskiden orakla çok zahmeti bir şekilde yapılan ve bir aydan fazla süren buğday hasadı şimdi modern makinelerle çok kısa sürede yapılmaktadır.

Uçsuz bucaksız buğday tarlaları ve her yerde görülen koyun sürüleri ile Ohçebol Bölgesini Konya ovasına benzetirim hep. Konya, Aksaray arasındaki araziye çok benziyor. Göz alabildiğine uzanan buğday tarlaları ve sıkça görülen koyun sürüleri ortak noktalarıdır. Ohçebol ismi Makedonca Ovçe Pole’den gelmektedir. Koyun ovası demektir. Bu isim buraya çok yakışıyor.)

“Sizin köyünüz Çeltikçi Vardar’ın öbür tarafındaydı yani batıda. Bizim köylere göre daha büyüktü. Arazisi çok zengindi. Her şey yetişirdi. Çeltikçi köyünün en birinci zenginlik kaynağı pirinçti. Çok pirinç tarlaları vardı. Kasabaya da çok yakındı ve yolu düzgündü. Çeltikçi’den kasabaya gitmek çok kolaydı.”   

Tito'nun askere aldığı üç Karaslarlı. soldan sağa,
Mahemet Dedelerin Amdi
Şükrü Samtaş
Raim Aga

TİTO’NUN SÖZDE GÖNÜLLÜ ASKERLERİ

“Tito gelince hemen Almanlara karşı asker toplamaya başladı. Abe Almanlar gidiyordu ama Tito hak sahibi olmak istiyordu. Askerlik yaşına gelmiş gençlerin yanında ufak yaşta olanları da aldılar. Ali amcamın oğlu Şükri (Şükrü) daha on yedi yaşında idi, Amdi (Hamdi) ağabeyimle birlikte askere alındı. Şükrü’yü muayene eden doktor, ‘bu daha çocuk’ demiş ama kimse dinlememiş.

Askere alınanları Kumanova’da toplamışlar. Çarıklarla ve sivil kıyafetlerle talim yaptırmışlar. Asker üniforması yokmuş. Kısa bir talimden sonra Trieste’ye gönderiliyorlar. Geçtikleri yerlerde halk, bu sözde gönüllüleri alkışlıyor, Almanlara karşı savaşacakları için onları kutlayıp teşvik ediyorlar.

Askere alınanlar içinde Hıristiyan yoktu, sade Türkler ve öbür Müslümanlar vardı.

Geri çekilen, savaş tecrübesi yüksek Alman askerlerine karşı sürülen bu acemi gençlerden sekiz bin Türk ve Müslümanın öldüğü söyleniyordu. Sizin Çeltikçi köyünden de bir kişi ölmüş diye duymuştuk.”

(Tito Yugoslavya’sının “Yugoslavya Federal Cumhuriyeti” kuruluş tarihi 29 Kasım 1944 olarak kabul edilir. Tito çekilmekte olan Almanlara karşı hemen asker toplamaya başlıyor. Bu dönemde diğer Türk köylerinde olduğu gibi Çeltikçi’den askere alınanlar olur. Bunların içinde annemin küçük kardeşi Hüseyin (Çeltik) dayım da vardır. Ocak 2008’de Manisa’da vefat eden dayım, köyümüzün ileri gelenlerinden Gogole Hasan’ın damadıdır. Yaşı küçük olduğu için Gogole Hasan’ın çabaları sonucu Kumanova’dan geri getirilir.)

Kadıncık Nene’min oğlu Hüseyin dayım, askere alınmalar hakkında şunları anlattı:

“Tito gelince bizi askere aldılar. Hakkı Aga’nın Necati, Gegalar’ın Yaşar, Recepçe Hüsnü, Maliklar’ın Hasan, Kızıl Zineller’in Teyfit, Şoşolar’ın Demir askere alınanlardan aklımda kalanlar… Bizi Kumanova’ya götürdüler. Ayaklarımızda çarıklar, üstümüzdeki sivil elbiselerle talim yaptırdılar.

Asker üniforması verilmedi. Yaşımız ufak diye itiraz edenlerden bazıları geri gönderildi. Köprülü’de Çeltikçili Kame adında bu işlere bakan bir memur vardı. Bulgar zamanında da yetkili bir memur olan Kame işinin ehli olduğu için Tito döneminde de işine devam etti. Necati (Altınay) ile beni yaşımız küçük diye geri gönderdiler. Ben askerliğimi daha sonra üç sene jandarma olarak yaptım.”

(Dedem Hasan Ağanın annesi Züra nene tarafından bize akraba olan köyümüzün ileri gelenlerinden Ali Kâhya’nın tek oğlu Hüsnü de askere alınanlardandır. Aynı zamanda Hasan Hoca’nın damadı olan Hüsnü, askere alınan diğer gençlerle birlikte Kumanova’ya getirilir. Burada verilen göstermelik bir eğitimden sonra kuzeye, Almanların çekilirken oluşturdukları cephelere gönderilir. Belgrad’ın kuzeyindeki bir cephede Almanlara karşı savaşırken vurularak hayatını kaybeder. Yeni rejim durumunu güçlendirmek için bir kurban da köyümüz Çeltikçi’den almış olur.

Bu askere alınmalardan civardaki diğer Türk köyleri de etkileniyor. Anlatılanlara bakılırsa askere alma sözde gönüllü toplama şeklinde yapılmış. Fakat bu sözde gönüllüler arasında bu yörede hiç Hristiyan bulunmuyor. Sadece Türkler ve diğer Müslüman milletlere mensup gençler toplanıyor. Muharrem Samtaş ile Hüseyin dayımın birbirlerinden habersiz olarak aynı şeyleri anlatmaları dikkat çekicidir. Çeltikçili Necati Altınay da olayın içinde olan bir kişi olarak aynı şeyleri anlatmıştı.

 Bütün bunları ve daha birçok konuyu ilk defa yıllar önce babam Abbas Şirvan’dan da dinlemiştim. Babam benim en büyük bilgi kaynağımdı. Erken ölmeseydi Memleketle ilgili kitabım ve daha sonra yazdığım Memleket yazıları çok daha kapsamlı olurdu.)

Muharrem Samtaş

ASKERLİK

Muharrem Samtaş 1949 yılında askere alınır. Askerliğin ilk dönemi olan acemiliğini Bosna’nın Mostar kentinde yapar. Burada onunla birlikte Köseler köyünden Abiş Ağanın oğlu Necati Derbent de vardır. Mostar’ın çatıları taş döşenmiş evlerini, ünlü köprüsünü görmek onlar için çok değişik bir tecrübe olur. İkisi de Boşnakların birbirlerine Türk diye seslendiklerini anlatıyordu. Selam verip hatır sorarken “Hey Turko günaydın nasılsın” derlermiş.

Mostar’da acemi eğitimi bitince, Sırbistan’ın Novi Sad bölgesinde bulunan bir sınır birliğine gönderilir.  Burası Macaristan yani Sovyetler Birliği sınırıdır. Çünkü Macaristan Sovyet yönetimi altındadır. Muharrem Samtaş askerliği bitinceye kadar üç yıl burada Kızıl Orduya karşı nöbet tutar.

1948 yılında başlayan Tito ile Stalin arasındaki görüş ayrılığı, bu yıllarda en nazik dönemini yaşıyordu. Stalin Yugoslavya’ya girmek için bahane aramaktaydı.

Muharrem Samtaş, nöbete her gidişlerinde subaylar tarafından sıkı sıkı uyarıldıklarını anlatıyor. “Size ateş etseler, yaralansanız dahi kesinlikle karşılık vermeyeceksiniz” diyorlarmış. Kızıl Ordunun Yugoslavya’ya girmek için ufak bir kıvılcım, bir bahane beklediğini söylüyorlarmış.

Tito, Batı ülkelerinin de desteğini alarak Stalin’in Yugoslavya’yı SSCB’nin uydusu haline getirme planını boşa çıkardı.

Muharrem Samtaş için Macaristan sınırındaki bu askerlik günleri ilk başta çok zor geçti. Burada Türkçe bilen hiç kimse yoktu. Makedonca olarak çok az şey biliyordu. Sırpça ile Makedonca aynı dil ailesindendir. Zaten askeri birlikte Makedonca da Sırpça da konuşan askerler vardı. Har kes birbirini anlıyordu. Onun da dil öğrenmesi gerekiyordu. O da öğrendi.

Bizim göçmenler arasında “ben Makedonca (gavurca) biliyorum” diyenlerin çoğu kulaktan dolma çok az dil bilirler. Bir kere Makedonca yazmayı çoğu bilmez.

Ben Makedonca ve Sırpçayı çok iyi bilen, okuyup yazan ve konuşan çok az insan tanıdım. Bunlardan biri babam Abbas Şirvan’dı. İlkokulu köyümüzde Sırp öğretmenden, Sırpça okuduğu için Sırpçayı iyi biliyordu. Burada el yazısına çok önem verdiklerinden el yazısı çok güzeldi. Makedoncayı da devamlı konuşuyorlardı zaten. Ayrıca bir Bulgar öğretmenden öğrendiği Bulgarcayı da grameri ile biliyordu. Bu dilleri çok iyi bilen, bir de Çeltikçili Necati Altınay vardı. Dili iyi bilen, daha birçok kişi de vardır muhakkak

Muharrem Samtaş’ın da Makedoncayı çok iyi bildiğini 2004 yılında ilk Makedonya gezime çıkacağım zaman öğrendim. Gezide bana yardımcı olacak bazı cümleleri Makedonca yazdırmak için birini arıyordum. Ben sana yazayım dedi. Onun yazdırdığı cümlelerle o zaman hiç Makedonca bilmediğim halde sıkıştığımda derdimi anlattım. Makedonca öğrenirken de ondan çok faydalandım. Hangi kelimeyi sorsam pat diye söylüyordu. İstediğim cümleyi hemen kuruyordu. Yıllarca bu dili konuşmayan birinin bilgilerinin bu kadar taze kalması çok şaşırtıcı bir şey.

Askerliği boyunca Karaslar’daki ailesi ile pek iletişimi olmaz. İhtiyaçlarını her askere verilen asker sigaralarını satarak karşılar. Verilen sigara bazı tiryakilere yetmediğinden içmeyenlerden satın alıyorlardı. Bu yüzden sigara iyi para ediyordu.

2012 yılında Belgrad’a gittiğim zaman onun anlattığı Tren Garını özellikle gezdim. Çünkü terhis olunca trenle Üsküp’e getirilmişler. Belgrad garında tren mola vermiş ve iki saat serbest bırakılınca şehri gezmişler. İndiği peronları ve geniş kapıdan çıkılan Belgrad Meydanını anlatırdı hep.

Peronlarda oturup trenlerden inip binen yolculara baktım. Meydana açılan kapıdan geçerek orada vakit geçirdim. Orada Muharrem Samtaş’ı, babamı ve daha nice Hemşerilerimi düşündüm, duygulandım. Çektiğim Belgrad fotoğrafları çok ilgisini çekmişti.

Üç yıl sonra köye dönünce, bu süre içinde hiç konuşmadığı için Türkçe konuşmakta zorluk çekse de kısa sürede unuttuklarını hatırlar.

KÖPRÜLÜ DERBENT DERGÂHI HAKKINDA

Muharrem Samtaş ve bütün ailesi Köprülü Derbent Halveti dergahına mensuptu. Mehmet Dedesi bu kurumun önemli bir kişisiydi. Bu yüzden sülalenin bütün bireyleri sorgusuz sualsiz dergâha bağlıydı.

Muharrem Samtaş, Memleket konuşmalarımız sırasında bu dergahla ilgili bir olayı bana nakletti. Olayı dinlediği kişi ablasının kayınpederi, Soyaklar köyünün ileri gelenlerinden Soyaklarlı Hasan Ağadır (Hasan Fazlılar).  

1950 yılında Derbent Dergâhı şeyhi, Ahmet Baba ağır hastadır. Babadan oğula geçme sistemi doğrultusunda Şeyh Ahmet ölünce yerine yanındaki en büyük oğlu Alaeddin geçecektir. 

 Şeyh Ahmet babanın hastalığında Tarikatın ileri gelenlerinden bazıları Alaeddin’e itiraz ederler. Alaeddin’in bu iş için uygun olmadığını, posta Şeyh Ahmet Babanın kardeşi Hamdi’nin geçmesinin daha doğru olacağını söylerler. Onlara göre Hamdi Amca (Amdi Ajo), bilgisi ve düzgün yaşayışı ile bu işe daha uygundu. Alaeddin, el bebe gül bebe büyümüş, nerede akşam orada sabah yaşayan bilgisiz ve uçarı bir insandı.

Kardeşi ve bu teklifi yapanlar gittikten sonra, Şeyh Ahmet Baba kardeşi Hamdi için, “kardaşa bak benim evlatlarımın rızkında gözü var diyerek şeyhlik makamını bir rızık kapısı bir geçim kapısı olarak gördüğünü açıkça ifade etmiştir. Bu ifade, şeyhliğin, şeyh hanedanları için bir geçim kapısı haline geldiğinin itirafıdır. Hangi tarikat olursa olsun.

Muharrem Samtaş bu konuda şöyle diyordu;

“Abe çocuk, zaten bu tarikat işi hep şeyhlerin ekmek davası olmuş, gerisi masal. Ama biz dedemizden bunu görmüşüz ayrılamıyoruz. Biz böyle gördük böyle gideceğiz. Bizim gibiler oldukça bu tarikat beyleri bizim sırtımızdan bey gibi yaşamaya devam edecekler”

Gerçekten de tarikattan hiç vaz geçmedi. Şeyh Alaeddin ile bozuşunca Prizren Saraçhane Dergâhı şeyhi Hüseyin’e bağlandı. Aslında bu ikisi arasında pek fark yoktu.

BURSA’YA GELİŞLER


Muharrem Samtaş ve kayın validem Şükriye Hanım Bursa’ya devamlı gelirlerdi. Onların gelişi çocuklarım için hepimiz için bir sevinç nedeni olurdu. Biz onlardan, onlar bizden sıkılmazdı. Bazen uzun süre kalırlardı. Bazen de kızları Rağbet Hanım onları İstanbul’daki teyzesine götürürdü.

Bir keresinde Alper anneannesine bildiği ilahileri okutup kasete kaydetti. Anneannesi rahmetli olduktan sonra kaydettiği ilahileri düzenleyip internette yayınladı. Şükriye Hanımın kendine has sesi ve üslubuyla okuduğu ilahiler hala internette çok ilgi görüyor.

Bursa’nın doğal ve tarihi güzelliklerini onlara yaşatmaya gayret ettik. Bursa’nın gezilecek belli başlı yerlerini defalarca gezdik. Arabamız olmadığı dönemlerde belediye otobüsleri ve dolmuşlarla gezerdik. O dönemde Uludağ’a Teleferikle çıkardık. Arabamız olunca daha rahatladık. Uludağ’ın birçok yerine piknik yapmaya giderdik. Mudanya ve İznik devamlı gittiğimiz yerlerdi. İznik gölü kenarındaki pikniklerimiz de çok güzel olurdu. İkisi de bu piknik ve gezilerden çok hoşlanırlardı.

Muharrem Dede hayatı boyunca hap üreten, üretmeğe çalışan bir insan olmuştur. İsrafı hiç sevmezdi. Bir defasında Uludağ’ın doğu yamaçlarına pikniğe gitmiştik. Yanımızda iki arkadaş ailesi de daha vardı. Tarih öğretmeni olan bir arkadaşımız odun ateşinde Özbek pilavı pişirdi. Bir erkeğin böyle işi becermesi çok hoşuna gitti. “Aşk olsun be” diyerek defalarca kutladı.

Arkadaşlarımızın eşlerinden birisi çay demlemek için ateşe koyduğu çaydanlığı unutmuş. Suyu biten kızgın çaydanlığa soğutayım diye soğuk suyu doldurunca çelik çaydanlığın dibi düştü. Muharrem Dede’nin bu işe çok canı sıkıldı. Bütün gün “abe göz göre göre çaydanlık gitti, bu nasıl kari, kari mi bu be” diye söylenip durdu.

Kayın validem Şükriye Hanım hep Mevlâna türbesini görmek istediğini söylerdi. 2000 yılında kızımın Aksaray’daki düğününden dönerken düğün arabasının rotasını Konya üzerine çevirerek Mevlâna türbesini ziyaret etmelerini sağladım. Çok sevindiler. Onlarla beraber daha birçok yer gezdik.

Bursa’ya gelişlerinde kendisi ile her şeyi, ama en çok memleketi konuşurduk. O anlatmayı severdi ben de dinleyip kaydetmeyi. Baş başa kalınca çok yakınlaşırdık.

Oğlum Alper üniversiteyi bitirdiğinde Bursa’daydılar. Torununun mezuniyet törenine katılmanın mutluluğunu yaşadılar. Alper’in engelli olmasına rağmen üniversiteyi bitirip meslek sahibi olmasından çok etkilendi. Eve gelince şöyle dedi:


“Aşk olsun size be. Engellerine rağmen Alper’i meslek sahibi yaptınız. Çok büyük bir iş başardınız. Biliyor musun biz ne yaptık. Kızlarımız Necmiye ve Nermin üniversite sınavlarına hazırlık için dershaneye gitmek istedikleri zaman göndermedik. Neden göndermedik, komşu bağ satılıyordu onu almak için göndermedik. Şimdi tarla alıyoruz, dershaneye paramız yok dedik. Dershaneye gönderseydik kızlara birer altın bilezik yani meslek kazandıracaktık. Dünya yıkılsa bunu onların elinden kimse alamazdı. Aldığımız bağ ne oldu. Bizim oğlanın fabrika sevdasına gitti. Elimizde bir şey kalmadı. Nasıl üzülüyorum bilsen. Babalık görevimi yapmadığımı düşünüyor ve pişmanlık duyuyorum.”

Bu öz eleştiriyi kaç kişi yapabilir. Muharrem Samtaş gönül gözü açık, birçok kişinin fark etmediği şeyleri gören, farkında olan bir kişiydi.  Ama çevresindeki olumsuz etkilere direnecek gücü ve “bu böyle olacak” diyebilme kararlılığı yoktu.


2008 yılında kayın validem Şükriye Hanım vefat etti. Bu ölüm kayın pederim için bir dönüm noktası oldu. Hayata küserek içine kapandı. Çünkü onlar ömürlerinde hiç ayrılmamışlar, her şeyi beraber yapmışlardı. Yalnız kalınca çok kötü hissetmişti. İlk zamanlarda az da olsa dışarı çıkarken bir müddet sonra hiç çıkmaz oldu. Evine kapandı. Arabayla gezdirme tekliflerimizi hep reddetti. Kimseyle dışarı çıkmak istemiyordu. Artık Memleketten konuşmak da onu mutlu etmiyordu.

Her türlü donanımı ve konforu olan evinde kızları tarafından çok güzel bakıldı. Zaten hep ayaktaydı, göçmen deyişi ile “kendine kadırdı,” (Kendine yeterliydi) ve “tutunuydu” (hayata tutunuyordu).

Bütün kızları onun üstüne titrediler ama son yıllarda en küçük kızı Nermin’in bu konuda çok emeğinin geçtiğini biliyorum.

Muharrem Samtaş 18 Mayıs 2019’da uykusunda öldü.

Bir memleket insanı daha sonsuzluğa uçtu.

 Muharrem dedenin kuşağı her şeylerini geride bırakarak, çocuklarının geleceği için bilinmeze, yokluğa ve zorlu bir mücadeleye razı olan fedakâr bir kuşaktır.

Yavaş yavaş tükeniyoruz. Benim kaynaklarım tükendi, kaynak kişilerimin çoğu öldü. Sıra küçük bir çocuk olarak oralardan gelen bizlere geliyor. Bizler de gidince memleketi anlatacak kimse kalmayacak. Bu yüzden memleketi, memleketteki hayatımızı anlatan bir kitap yazdım. Bu yüzden yazmaya devam ediyorum. Çocuklarımın dedesi, kayın pederim Muharrem Samtaş’tan duyduklarımı da bu yüzden yazdım. Çocuklarımız, torunlarımız Memleketi, bir memleket insanının hayata ve dünyaya bakışını öğrensinler istedim. İleride bu yazılanları kaynak olarak kullanarak daha etraflı araştırmalar yapacak çocuklarımız olur diye umuyorum.

Kayın pederim Muharrem Samtaş’a, kayın validem Şükriye Samtaş’a ve bütün ölmüşlerimize Tanrı rahmet eylesin. Ruhları şad olsun.

29 Kasım 2023-BURSA

 

  

 

    

 

 

   

 

 

 

 

 

 

           

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder