Öksüz minaresi ile bugünkü Karaslar |
Çocuklarımın dedesi, kayın pederim Muharrem Samtaş, Makedonya’nın Köprülü (Veles) kasabasına bağlı Aşağı Karaslar (Dolno Karaslari) köyünde 1929 yılında dünyaya geldi. Aşağı Köy varsa Orta köy ve yukarı köy de vardır.
Muharrem Samtaş şöyle diyordu:
“Memet Dedemden duymişım, bizim küün
adi eskiden Karaaslan imiş. Zamanle Karaslar olmiş. Biz buraa Kaaraman’dan
(Karaman) gelmişız. Babadan uula hap bööle anlatılmiş. Biz de çojuklarımıza
anlatacayız.”
Samtaş ailesinde Mehmet Dedenin
düşünceleri, sözleri herkes için vaz geçilmez ilke ve kurallardır (düsturlardır).
Bugün bile bunlara uymağa çalışanlar var.
Karaslar’ın büyük ailelerinden biri
olan “Hoca Mehmet” ya da “Molla Mehmet” ailesindendir. Dedesi Hoca Mehmet köyün
imamı idi. Kur’an okumayı bilen, dini bilgisi olan önemli bir kişisiydi. Kur’an
okumayı ve dini eğitimini babasından almıştı.
Mehmet dedenin babası Molla Süleyman da köyün imamıydı. Osmanlının son dönmelerine kadar Köprülü’de dini eğitimi
yapılan kurumlar vardı. Süleyman Hoca’nın, din eğitimini bu kurumların birinde
tamamladığı söyleniyor. Eğitim aldığı kurum büyük bir ihtimalle bir medreseydi. Aileye "Molla" denmesi onunla başlamıştır. Süleyman Hoca bu yörede çok yaygın olan tarikatlara karşıydı. Oğlunun da tarikatlardan
uzak durmasını isterdi. Gel gör ki oğlu Mehmet babasının isteğine uymadı.
Köprülü Derbent Halveti tekkesine bağlandı. Tekkeye çok hizmet ettiği
anlatılır. Çünkü insanlar bir tarikata, şeyhe, dergâha bağlanıp hizmet ederek
öbür dünyalarını kazanacaklarına inandırılmışlardı.
Sahip olduğu dini bilgiler ve
sorgusuz bağlılık Mehmet dedeyi Derbent
Halveti dergâhı şeyhi Şeyh Ahmet Babanın has adamı yaptı. Hem
Karaslar’da dergâhın “Dedesi” (Dedelik tarikatta bir makamdır) hem de bilgisiyle
her yerde Şeyh Ahmet Babanın yüz akı oldu. Şeyh Ahmet Baba onu gittiği her yere
götürürdü.
1948 yılında ölen Mehmet Dedenin,
çocukluk ve gençlik yılları Osmanlı yönetimi zamanında geçti. Bu dönemde
Osmanlı her bakımdan bitmişti. Kötü yönetim, israf, saraylardaki lüks
düşkünlüğü yüzünden insanlar kaderleri ile baş başa kalmıştı. Üst üste gelen
savaşlar da milleti bezdirmişti. Sağlık ve eğitim hizmetleri yok denecek kadar
azdı. Makedonya’daki Türkler en temel insani hizmetlerden yoksundu. Bu yüzden
çoğunluk cahil kalmış, babadan deden gördüğü usullerle derdine derman arıyordu.
Şeyh babaya, hocaya, türbelere, koşuyordu. Kolera ve başka hastalıklar
ortalıkta kol geziyordu. Çocuk ölüm oranı çok yüksekti.
Bu ortamda Mehmet Dede, bütün
kardeşlerini kolera yüzünden kaybettiği için evin tek çocuğu olarak büyüdü. Çok
çocuklu kalabalık ailelere hap imrendi.
“Evlenip çoluk çocuğa karışırsam
ailem kırk kişi olmadan çocuklarımı ayırmayacağım” diye ahdetti. Öyle de yaptı.
2006 yılında Köprülü’de karşılaştığım
ve çok güzel Türkçe konuşan Lazo isimli bir Makedon Hemşerimle aramızda şöyle
bir konuşma geçti;
“Senın adın ne be Aga.”
“Lazo”
“Sen kaç yaşındasın be Lazo Aga.”
"Ben yetmiş yaşıni geçmiş bir delikanliyım”
“O vakıt sen bizimkileri tanırsın”
“Angi küüdendi sizınkiler”
“Çeltikçi’den”
“Çeltıkçii bilmem be, Karaslar olsa
bilirdım”
“Karaslar’dan sorayım o vakıt. Hoca
Memetleri tanıymisın.”
“Tuu kırk kişi yaşaylardi bir evde.”
“Tanıysın demek onlari”
“Epiciini tanıyım be tarla komşiydık”
“Ben Memet dedenin büyük uuli
İbraim’ın torunıiyle evliyım. Marem’ın damadiyım. Tanıymisın.”
"Nije tanımam be çok ii arkardaştık.”
“Lazo Aga çekeym senın bir slikani.
Götüreyım arkardaşların görsünler. Olur mu?”
“Çok ii olur, em göster em de
epijiine çok selam süüle.”
Göçün üzerinden elli yıl geçmiş
olmasına rağmen bir Makedon Hemşerimiz kırk kişilik Hoca Mehmet Dede ailesini
hatırlıyor. Köprülü aksanı ile bu kadar güzel Türkçe konuşması da ayrı bir
güzellik.
Hoca Mehmet ailesi, dedeleri ölünceye
kadar kırk beş kişi olmalarına rağmen birlikte yaşamaya devam etti. İyi mi, kötü
mü oldu, bu tartışılır.
Muharrem Samtaş, Mehmet Dedenin dört
oğlundan en büyüğü olan İbrahim’in oğludur.
Mehmet Dedenin ailesinden olan dört
aile 1955 yılında Türkiye’ye göç ederek Turgutlu’ya yerleşti ve hepsi Samtaş
soyadını aldı.
Muharrem Samtaş, bizim hep “Memleket”
dediğimiz bu topraklar hakkında yaptığım araştırmalarda en önemli bilgi kaynaklarımdan
biridir. Baş başa kaldığımız zaman çok iyi anlaşırdık. Soru sormasını,
dinlemesini bilir, Memleket hakkında konuşmayı çok severdi. Konuşmak istemediği
sıkıntılı zamanlarında bile Memleket konusu açılınca canlanırdı. Değişik
zamanlarda konuştuğumuz aynı konulara hep aynı cevapları aldım. Bilgisayara
yüklenen bilgiler gibi hiç değişmiyordu. Yoğunlaştığı konuları hafızasına öyle
yerleştirmiş ki sanki hep onlarla yaşıyor gibiydi. Turgutlu ve Bursa’da çok
sohbetlerimiz oldu. Öğrenmek istediğim konuyu açardım o anlatır, ben de
kaydederdim.
Tito’nun ilk yılları ve askerlikle
ilgili verdiği bilgiler diğer canlı kaynaklar ve yazılı kaynaklarla da
örtüşüyor. Makedonya, Köprülü köyleri ve Ohçebol bölgesi ile ilgili
görüşlerinin doğruluğunu da oraları gezerek gördüm.
Memleketimizi çok gerçekçi bir
şekilde değerlendirirdi. 1983 yılında Mehmet dedesinin mezarını yaptırmak için
memlekete gittiler. O zaman Yugoslavya daha bölünmemişti. Döndüğünde şöyle
diyordu;
“Abe memleket memleket diyoruz, gözümüzde büyütüyoruz. Gidemiyoruz, kaybetmişiz, ayrı kalmışız da ondan. Bizim memleketimiz Makedonya, Yugoslavya’nın en geri bölgesiydi. Makedonya, bir Bursa kadar bile değil. Sade Bursa’nın geliri bile Makedonya’dan fazladır. Bizim orada her şeyimiz vardı ama çok da zahmet vardı, iş çoktu, çok çalışıyorduk. Malı mülkü olanların geçimi iyiydi, tabi köy yerinde ne kadar iyi olursa. Malı olmayanlar, ya da az olanlar çok zor yaşıyordu.
Vardar'ın karşısında Karaslar'ın sebze bahçeleri vardı |
Bizim köyümüz Vardar’a ve Köprülü’ye
yakındı. Vardar kıyına yürüyerek gidiyorduk. Köprülü’ye araba veya hayvanla
gitmek için dolanmak gerekiyordu. Yaya ve eşeklerle gittiğimiz kestirme bir
yolumuz vardı. Bu Potok yoluydu. Bu yolla dere içinden doğru Köprülü pazarına
çıkardık.”
(Potok, Makedoncada dere anlamına
geliyor. Ama Potok burada bu yerin özel adı olmuş. Potok iki dik yamacın
oluşturduğu vadinin tabanından akmaktadır. Vadinin girişi Karaslar’ın tam
karşısına gelmektedir. Buradan girilerek kestirmeden Köprülü’ye gidilirdi.
Eşeklere yüklenen ürünler bu yolla pazara götürülürdü. Bazen ani
bastıran yağmurlarda yamaçlardan boşalan suların oluşturduğu seller
tehlikeli olurdu. Karaslar’a yakın Bekirli ve Kurudere köylüleri de bu yolu
kullanırdı.
Vadinin çıkışında Derbent adı verilen
bir yer vardır. Burası vadiye giriş yapılan kasaba tarafındaki boğazdır.
Makedonlar bu yere bugün de “Derven” demektedir. Boğaz girişinin sol yamacında
Derbent Halveti Dergâhı vardı. Derbent dergahına bağlı olanlar, yol üstünde
bulunan dergâha ait mekanlara hayvanlarını bağlardı. Potok şimdi bir gecekondu
mahallesidir.)
Sağ tarafta Hoca Mehmet ailesinin
Vardar kenarındaki arazileri.
“Bizim aile olarak geçimimiz iyiydi.
Vardar kıyında sebze ve meyve yetiştirdiğimiz bahçelerimiz vardı. Sırbistan’a
bezelye gönderiyorduk. Vardar’a uzak tarlalarımızda buğday, arpa, afyon, tütün
susam, kavun karpuz her şey yetişiyordu. Hayvanlarımız, koyun sürümüz vardı. Arılarımız
da vardı. Bazı seneler çok bal alırdık. Tarlaları işlemek, hayvanları ve arıları
bakmak, satılacak ürünleri pazara götürmek için çok insan lazımdı. Bizde iş hiç
bitmezdi.”
(Bu bölgede, özellikle Karaslar,
Koçilar ve Bekirli’de arıcılığın yaygın olduğu anlaşılıyor. Geçen yıllarda
Bekirli’de “Bal Ülkesi” adında bir belgesel çekildi ve yayınlandı. Burada
Hatice isimli bir kadının, doğal oyuklarda petek yapıp bal üreten serbest
dolaşan arılarla olan ilişkisi anlatılıyor. Koçilar yakınlarında da yalçın
yamaçlarda bulunan oyuklarda yaşayan arılardan bal toplandığını duydum.
Köprülü’nün öbür köylerinde de az çok arıcılık vardı. Çeltikçi’de Balcı Sülo
(Süleyman) ailesi büyük çapta arıcılık yapardı. Türkiye’de Balcı soyadını
aldılar.)
“Türkiye’ye gelince baştan çok zorluk
çektik ama bir düzen kurunca memleketten çok daha rahat ve kaliteli bir hayatımız
oldu. Türkiye çok zengin bir memleket. Burada olan birçok şey orada yoktu. İyi
ki gelmişiz.
Kasabaya (Köprülü’ye) uzak köylerde
daha zor yaşanıyordu. Bize en yakın köy olan Koçilar’ın arazisi güneye bakıyordu,
bu yüzden güneşi bize göre daha güzel alıyordu. Burada çok güzel yeşil
(ıspanak) yetişiyordu. Koçilar da Kasabaya yakındı. Kuridere ve Bekirli köyleri
ufaktı. Bizim köyün gerisinde kalıyordu. Şimdi bu köylerde kimse yaşamıyormuş.
Kişina da sapa bir yerdeydi. Çok ufak bir köydü. Arazisi az ve çok verimsizdi. Kişina
geçimin en zor olduğu köydü. Burada da şimdi kimse yaşamıyormuş. Bir de daha doğuda,
yollara uzak, sapa yerde olan Çreşka köyü vardı. Arazisi çok güzel ve verimliydi.
Arazisinden bir dere geçiyordu. Çreşka’da her şey yetişirdi ama kasabaya uzak
olduğundan mahsulünü satamazlardı. Bu yüzden burada geçim zordu.”
(Çreşka’dan Bregalnisa deresi
geçmektedir. Bu dere İştip tarafından gelip Penuş, Çreşka ve Bekirli köylerinin
yakınlarından geçerek Gradsko kasabası yakınlarında Vardar’a karışmaktadır. Çreşka
adı Makedonca kirazdan gelmektedir. Kirazlık demektir.
Bekirli’de şimdi kimse yaşamıyor ama
Türkler zamanında burada çeltik bile ekildiği söyleniyor. Bekirli arazisi şimdi
cıvar köylüleri tarafından kiralanarak ekilmektedir.)
“Ohçebol köylerinde çok buğday ekilirdi.
Oçebol’da, sıcak yaz günlerinde gölgesine girecek tek bir ağaç yoktu. Bir
armuda hasrettiler.”
(Şimdi Ohçebol’da modern sulama
teknikleri ile sulama yapıldığı için Dorfullu ve diğer köylerde her türlü meyve
ve ürün yetişmektedir. Yer yer direkler üstünde bağlar da görülüyor. Ohçebol bugün
de Makedonya’nın tahıl ambarıdır. Eskiden orakla çok zahmeti bir şekilde yapılan
ve bir aydan fazla süren buğday hasadı şimdi modern makinelerle çok kısa sürede
yapılmaktadır.
Uçsuz bucaksız buğday tarlaları ve
her yerde görülen koyun sürüleri ile Ohçebol Bölgesini Konya ovasına benzetirim
hep. Konya, Aksaray arasındaki araziye çok benziyor. Göz alabildiğine uzanan buğday
tarlaları ve sıkça görülen koyun sürüleri ortak noktalarıdır. Ohçebol ismi
Makedonca Ovçe Pole’den gelmektedir. Koyun ovası demektir. Bu isim buraya çok
yakışıyor.)
“Sizin köyünüz Çeltikçi Vardar’ın
öbür tarafındaydı yani batıda. Bizim köylere göre daha büyüktü. Arazisi çok
zengindi. Her şey yetişirdi. Çeltikçi köyünün en birinci zenginlik kaynağı
pirinçti. Çok pirinç tarlaları vardı. Kasabaya da çok yakındı ve yolu düzgündü.
Çeltikçi’den kasabaya gitmek çok kolaydı.”
Tito'nun askere aldığı üç Karaslarlı. soldan sağa, Mahemet Dedelerin Amdi Şükrü Samtaş Raim Aga |
TİTO’NUN SÖZDE GÖNÜLLÜ ASKERLERİ
“Tito gelince hemen Almanlara karşı
asker toplamaya başladı. Abe Almanlar gidiyordu ama Tito hak sahibi olmak istiyordu.
Askerlik yaşına gelmiş gençlerin yanında ufak yaşta olanları da aldılar. Ali amcamın
oğlu Şükri (Şükrü) daha on yedi yaşında idi, Amdi (Hamdi) ağabeyimle birlikte
askere alındı. Şükrü’yü muayene eden doktor, ‘bu daha çocuk’ demiş ama kimse
dinlememiş.
Askere alınanları Kumanova’da toplamışlar.
Çarıklarla ve sivil kıyafetlerle talim yaptırmışlar. Asker üniforması yokmuş.
Kısa bir talimden sonra Trieste’ye gönderiliyorlar. Geçtikleri yerlerde halk,
bu sözde gönüllüleri alkışlıyor, Almanlara karşı savaşacakları için onları
kutlayıp teşvik ediyorlar.
Askere alınanlar içinde Hıristiyan yoktu,
sade Türkler ve öbür Müslümanlar vardı.
Geri çekilen, savaş tecrübesi yüksek Alman
askerlerine karşı sürülen bu acemi gençlerden sekiz bin Türk ve Müslümanın
öldüğü söyleniyordu. Sizin Çeltikçi köyünden de bir kişi ölmüş diye duymuştuk.”
(Tito Yugoslavya’sının “Yugoslavya
Federal Cumhuriyeti” kuruluş tarihi 29 Kasım 1944 olarak kabul edilir. Tito
çekilmekte olan Almanlara karşı hemen asker toplamaya başlıyor. Bu dönemde diğer
Türk köylerinde olduğu gibi Çeltikçi’den askere alınanlar olur. Bunların içinde
annemin küçük kardeşi Hüseyin (Çeltik) dayım da vardır. Ocak 2008’de Manisa’da
vefat eden dayım, köyümüzün ileri gelenlerinden Gogole Hasan’ın damadıdır. Yaşı
küçük olduğu için Gogole Hasan’ın çabaları sonucu Kumanova’dan geri getirilir.)
Kadıncık Nene’min oğlu Hüseyin dayım,
askere alınmalar hakkında şunları anlattı:
“Tito gelince bizi askere aldılar.
Hakkı Aga’nın Necati, Gegalar’ın Yaşar, Recepçe Hüsnü, Maliklar’ın Hasan, Kızıl
Zineller’in Teyfit, Şoşolar’ın Demir askere alınanlardan aklımda kalanlar… Bizi
Kumanova’ya götürdüler. Ayaklarımızda çarıklar, üstümüzdeki sivil elbiselerle
talim yaptırdılar.
Asker üniforması verilmedi. Yaşımız
ufak diye itiraz edenlerden bazıları geri gönderildi. Köprülü’de Çeltikçili
Kame adında bu işlere bakan bir memur vardı. Bulgar zamanında da yetkili bir
memur olan Kame işinin ehli olduğu için Tito döneminde de işine devam etti.
Necati (Altınay) ile beni yaşımız küçük diye geri gönderdiler. Ben askerliğimi
daha sonra üç sene jandarma olarak yaptım.”
(Dedem Hasan Ağanın annesi Züra nene
tarafından bize akraba olan köyümüzün ileri gelenlerinden Ali Kâhya’nın tek
oğlu Hüsnü de askere alınanlardandır. Aynı zamanda Hasan Hoca’nın damadı olan
Hüsnü, askere alınan diğer gençlerle birlikte Kumanova’ya getirilir. Burada
verilen göstermelik bir eğitimden sonra kuzeye, Almanların çekilirken
oluşturdukları cephelere gönderilir. Belgrad’ın kuzeyindeki bir cephede
Almanlara karşı savaşırken vurularak hayatını kaybeder. Yeni rejim durumunu
güçlendirmek için bir kurban da köyümüz Çeltikçi’den almış olur.
Bu askere alınmalardan civardaki
diğer Türk köyleri de etkileniyor. Anlatılanlara bakılırsa askere alma sözde
gönüllü toplama şeklinde yapılmış. Fakat bu sözde gönüllüler arasında bu yörede
hiç Hristiyan bulunmuyor. Sadece Türkler ve diğer Müslüman milletlere mensup
gençler toplanıyor. Muharrem Samtaş ile Hüseyin dayımın birbirlerinden habersiz
olarak aynı şeyleri anlatmaları dikkat çekicidir. Çeltikçili Necati Altınay da
olayın içinde olan bir kişi olarak aynı şeyleri anlatmıştı.
Bütün bunları ve daha birçok konuyu ilk defa
yıllar önce babam Abbas Şirvan’dan da dinlemiştim. Babam benim en büyük bilgi kaynağımdı.
Erken ölmeseydi Memleketle ilgili kitabım ve daha sonra yazdığım Memleket
yazıları çok daha kapsamlı olurdu.)
Muharrem Samtaş |
ASKERLİK
Muharrem Samtaş 1949 yılında askere
alınır. Askerliğin ilk dönemi olan acemiliğini Bosna’nın Mostar kentinde yapar.
Burada onunla birlikte Köseler köyünden Abiş Ağanın oğlu Necati Derbent de
vardır. Mostar’ın çatıları taş döşenmiş evlerini, ünlü köprüsünü görmek onlar
için çok değişik bir tecrübe olur. İkisi de Boşnakların birbirlerine Türk diye
seslendiklerini anlatıyordu. Selam verip hatır sorarken “Hey Turko günaydın
nasılsın” derlermiş.
Mostar’da acemi eğitimi bitince, Sırbistan’ın
Novi Sad bölgesinde bulunan bir sınır birliğine gönderilir. Burası Macaristan yani Sovyetler Birliği
sınırıdır. Çünkü Macaristan Sovyet yönetimi altındadır. Muharrem Samtaş
askerliği bitinceye kadar üç yıl burada Kızıl Orduya karşı nöbet tutar.
1948 yılında başlayan Tito ile Stalin
arasındaki görüş ayrılığı, bu yıllarda en nazik dönemini yaşıyordu. Stalin
Yugoslavya’ya girmek için bahane aramaktaydı.
Muharrem Samtaş, nöbete her
gidişlerinde subaylar tarafından sıkı sıkı uyarıldıklarını anlatıyor. “Size
ateş etseler, yaralansanız dahi kesinlikle karşılık vermeyeceksiniz” diyorlarmış.
Kızıl Ordunun Yugoslavya’ya girmek için ufak bir kıvılcım, bir bahane beklediğini
söylüyorlarmış.
Tito, Batı ülkelerinin de desteğini
alarak Stalin’in Yugoslavya’yı SSCB’nin uydusu haline getirme planını boşa
çıkardı.
Muharrem Samtaş için Macaristan
sınırındaki bu askerlik günleri ilk başta çok zor geçti. Burada Türkçe bilen hiç
kimse yoktu. Makedonca olarak çok az şey biliyordu. Sırpça ile Makedonca aynı
dil ailesindendir. Zaten askeri birlikte Makedonca da Sırpça da konuşan
askerler vardı. Har kes birbirini anlıyordu. Onun da dil öğrenmesi gerekiyordu.
O da öğrendi.
Bizim göçmenler arasında “ben
Makedonca (gavurca) biliyorum” diyenlerin çoğu kulaktan dolma çok az dil
bilirler. Bir kere Makedonca yazmayı çoğu bilmez.
Ben Makedonca ve Sırpçayı çok iyi
bilen, okuyup yazan ve konuşan çok az insan tanıdım. Bunlardan biri babam Abbas
Şirvan’dı. İlkokulu köyümüzde Sırp öğretmenden, Sırpça okuduğu için Sırpçayı
iyi biliyordu. Burada el yazısına çok önem verdiklerinden el yazısı çok güzeldi.
Makedoncayı da devamlı konuşuyorlardı zaten. Ayrıca bir Bulgar öğretmenden
öğrendiği Bulgarcayı da grameri ile biliyordu. Bu dilleri çok iyi bilen, bir de
Çeltikçili Necati Altınay vardı. Dili iyi bilen, daha birçok kişi de vardır
muhakkak
Muharrem Samtaş’ın da Makedoncayı çok
iyi bildiğini 2004 yılında ilk Makedonya gezime çıkacağım zaman öğrendim.
Gezide bana yardımcı olacak bazı cümleleri Makedonca yazdırmak için birini
arıyordum. Ben sana yazayım dedi. Onun yazdırdığı cümlelerle o zaman hiç
Makedonca bilmediğim halde sıkıştığımda derdimi anlattım. Makedonca öğrenirken
de ondan çok faydalandım. Hangi kelimeyi sorsam pat diye söylüyordu. İstediğim
cümleyi hemen kuruyordu. Yıllarca bu dili konuşmayan birinin bilgilerinin bu
kadar taze kalması çok şaşırtıcı bir şey.
Askerliği boyunca Karaslar’daki
ailesi ile pek iletişimi olmaz. İhtiyaçlarını her askere verilen asker
sigaralarını satarak karşılar. Verilen sigara bazı tiryakilere yetmediğinden
içmeyenlerden satın alıyorlardı. Bu yüzden sigara iyi para ediyordu.
2012 yılında Belgrad’a gittiğim zaman
onun anlattığı Tren Garını özellikle gezdim. Çünkü terhis olunca trenle Üsküp’e
getirilmişler. Belgrad garında tren mola vermiş ve iki saat serbest bırakılınca
şehri gezmişler. İndiği peronları ve geniş kapıdan çıkılan Belgrad Meydanını anlatırdı
hep.
Peronlarda oturup trenlerden inip
binen yolculara baktım. Meydana açılan kapıdan geçerek orada vakit geçirdim.
Orada Muharrem Samtaş’ı, babamı ve daha nice Hemşerilerimi düşündüm,
duygulandım. Çektiğim Belgrad fotoğrafları çok ilgisini çekmişti.
Üç yıl sonra köye dönünce, bu süre içinde
hiç konuşmadığı için Türkçe konuşmakta zorluk çekse de kısa sürede
unuttuklarını hatırlar.
KÖPRÜLÜ DERBENT DERGÂHI HAKKINDA
Muharrem Samtaş ve bütün ailesi
Köprülü Derbent Halveti dergahına mensuptu. Mehmet Dedesi bu kurumun önemli bir
kişisiydi. Bu yüzden sülalenin bütün bireyleri sorgusuz sualsiz dergâha
bağlıydı.
Muharrem Samtaş, Memleket
konuşmalarımız sırasında bu dergahla ilgili bir olayı bana nakletti. Olayı
dinlediği kişi ablasının kayınpederi, Soyaklar köyünün ileri gelenlerinden Soyaklarlı
Hasan Ağadır (Hasan Fazlılar).
1950 yılında Derbent Dergâhı şeyhi, Ahmet
Baba ağır hastadır. Babadan oğula geçme sistemi doğrultusunda Şeyh Ahmet ölünce
yerine yanındaki en büyük oğlu Alaeddin geçecektir.
Şeyh Ahmet babanın hastalığında Tarikatın
ileri gelenlerinden bazıları Alaeddin’e itiraz ederler. Alaeddin’in bu iş için
uygun olmadığını, posta Şeyh Ahmet Babanın kardeşi Hamdi’nin geçmesinin daha
doğru olacağını söylerler. Onlara göre Hamdi Amca (Amdi Ajo), bilgisi ve düzgün
yaşayışı ile bu işe daha uygundu. Alaeddin, el bebe gül bebe büyümüş, nerede
akşam orada sabah yaşayan bilgisiz ve uçarı bir insandı.
Kardeşi ve bu teklifi yapanlar
gittikten sonra, Şeyh Ahmet Baba kardeşi Hamdi için, “kardaşa bak benim
evlatlarımın rızkında gözü var” diyerek şeyhlik makamını bir
rızık kapısı bir geçim kapısı olarak gördüğünü açıkça ifade etmiştir. Bu ifade,
şeyhliğin, şeyh hanedanları için bir geçim kapısı haline geldiğinin
itirafıdır. Hangi tarikat olursa olsun.
Muharrem Samtaş bu konuda şöyle diyordu;
“Abe çocuk, zaten bu tarikat işi hep şeyhlerin
ekmek davası olmuş, gerisi masal. Ama biz dedemizden bunu görmüşüz ayrılamıyoruz.
Biz böyle gördük böyle gideceğiz. Bizim gibiler oldukça bu tarikat beyleri
bizim sırtımızdan bey gibi yaşamaya devam edecekler”
Gerçekten de tarikattan hiç vaz
geçmedi. Şeyh Alaeddin ile bozuşunca Prizren Saraçhane Dergâhı şeyhi Hüseyin’e
bağlandı. Aslında bu ikisi arasında pek fark yoktu.
BURSA’YA GELİŞLER
Muharrem Samtaş ve kayın validem Şükriye Hanım Bursa’ya devamlı gelirlerdi. Onların gelişi çocuklarım için hepimiz için bir sevinç nedeni olurdu. Biz onlardan, onlar bizden sıkılmazdı. Bazen uzun süre kalırlardı. Bazen de kızları Rağbet Hanım onları İstanbul’daki teyzesine götürürdü.
Bir keresinde Alper anneannesine
bildiği ilahileri okutup kasete kaydetti. Anneannesi rahmetli olduktan sonra
kaydettiği ilahileri düzenleyip internette yayınladı. Şükriye Hanımın kendine
has sesi ve üslubuyla okuduğu ilahiler hala internette çok ilgi görüyor.
Bursa’nın doğal ve tarihi
güzelliklerini onlara yaşatmaya gayret ettik. Bursa’nın gezilecek belli başlı
yerlerini defalarca gezdik. Arabamız olmadığı dönemlerde belediye otobüsleri ve
dolmuşlarla gezerdik. O dönemde Uludağ’a Teleferikle çıkardık. Arabamız olunca
daha rahatladık. Uludağ’ın birçok yerine piknik yapmaya giderdik. Mudanya ve
İznik devamlı gittiğimiz yerlerdi. İznik gölü kenarındaki pikniklerimiz de çok
güzel olurdu. İkisi de bu piknik ve gezilerden çok hoşlanırlardı.
Muharrem Dede hayatı boyunca hap
üreten, üretmeğe çalışan bir insan olmuştur. İsrafı hiç sevmezdi. Bir defasında
Uludağ’ın doğu yamaçlarına pikniğe
gitmiştik. Yanımızda iki arkadaş ailesi de daha vardı. Tarih öğretmeni olan bir
arkadaşımız odun ateşinde Özbek pilavı pişirdi. Bir erkeğin böyle işi becermesi
çok hoşuna gitti. “Aşk olsun be” diyerek defalarca kutladı.
Arkadaşlarımızın eşlerinden birisi
çay demlemek için ateşe koyduğu çaydanlığı unutmuş. Suyu biten kızgın çaydanlığa
soğutayım diye soğuk suyu doldurunca çelik çaydanlığın dibi düştü. Muharrem
Dede’nin bu işe çok canı sıkıldı. Bütün gün “abe göz göre göre çaydanlık gitti,
bu nasıl kari, kari mi bu be” diye söylenip durdu.
Kayın validem Şükriye Hanım hep Mevlâna
türbesini görmek istediğini söylerdi. 2000 yılında kızımın Aksaray’daki
düğününden dönerken düğün arabasının rotasını Konya üzerine çevirerek Mevlâna
türbesini ziyaret etmelerini sağladım. Çok sevindiler. Onlarla beraber daha
birçok yer gezdik.
Bursa’ya gelişlerinde kendisi ile her
şeyi, ama en çok memleketi konuşurduk. O anlatmayı severdi ben de dinleyip
kaydetmeyi. Baş başa kalınca çok yakınlaşırdık.
Oğlum Alper üniversiteyi bitirdiğinde Bursa’daydılar. Torununun mezuniyet törenine katılmanın mutluluğunu yaşadılar. Alper’in engelli olmasına rağmen üniversiteyi bitirip meslek sahibi olmasından çok etkilendi. Eve gelince şöyle dedi:
“Aşk olsun size be. Engellerine
rağmen Alper’i meslek sahibi yaptınız. Çok büyük bir iş başardınız. Biliyor
musun biz ne yaptık. Kızlarımız Necmiye ve Nermin üniversite sınavlarına
hazırlık için dershaneye gitmek istedikleri zaman göndermedik. Neden
göndermedik, komşu bağ satılıyordu onu almak için göndermedik. Şimdi tarla
alıyoruz, dershaneye paramız yok dedik. Dershaneye gönderseydik kızlara birer
altın bilezik yani meslek kazandıracaktık. Dünya yıkılsa bunu onların elinden
kimse alamazdı. Aldığımız bağ ne oldu. Bizim oğlanın fabrika sevdasına gitti.
Elimizde bir şey kalmadı. Nasıl üzülüyorum bilsen. Babalık görevimi yapmadığımı
düşünüyor ve pişmanlık duyuyorum.”
Bu öz eleştiriyi kaç kişi yapabilir.
Muharrem Samtaş gönül gözü açık, birçok kişinin fark etmediği şeyleri gören, farkında
olan bir kişiydi. Ama çevresindeki
olumsuz etkilere direnecek gücü ve “bu böyle olacak” diyebilme kararlılığı
yoktu.
2008 yılında kayın validem Şükriye Hanım vefat etti. Bu ölüm kayın pederim için bir dönüm noktası oldu. Hayata küserek içine kapandı. Çünkü onlar ömürlerinde hiç ayrılmamışlar, her şeyi beraber yapmışlardı. Yalnız kalınca çok kötü hissetmişti. İlk zamanlarda az da olsa dışarı çıkarken bir müddet sonra hiç çıkmaz oldu. Evine kapandı. Arabayla gezdirme tekliflerimizi hep reddetti. Kimseyle dışarı çıkmak istemiyordu. Artık Memleketten konuşmak da onu mutlu etmiyordu.
Her türlü donanımı ve konforu olan
evinde kızları tarafından çok güzel bakıldı. Zaten hep ayaktaydı, göçmen deyişi
ile “kendine kadırdı,” (Kendine yeterliydi) ve “tutunuydu” (hayata tutunuyordu).
Bütün kızları onun üstüne titrediler
ama son yıllarda en küçük kızı Nermin’in bu konuda çok emeğinin geçtiğini
biliyorum.
Muharrem Samtaş 18 Mayıs 2019’da
uykusunda öldü.
Bir memleket insanı daha sonsuzluğa
uçtu.
Muharrem dedenin kuşağı her şeylerini geride
bırakarak, çocuklarının geleceği için bilinmeze, yokluğa ve zorlu bir
mücadeleye razı olan fedakâr bir kuşaktır.
Yavaş yavaş tükeniyoruz. Benim
kaynaklarım tükendi, kaynak kişilerimin çoğu öldü. Sıra küçük bir çocuk olarak
oralardan gelen bizlere geliyor. Bizler de gidince memleketi anlatacak kimse
kalmayacak. Bu yüzden memleketi, memleketteki hayatımızı anlatan bir kitap yazdım.
Bu yüzden yazmaya devam ediyorum. Çocuklarımın dedesi, kayın pederim Muharrem
Samtaş’tan duyduklarımı da bu yüzden yazdım. Çocuklarımız, torunlarımız
Memleketi, bir memleket insanının hayata ve dünyaya bakışını öğrensinler istedim.
İleride bu yazılanları kaynak olarak kullanarak daha etraflı araştırmalar yapacak
çocuklarımız olur diye umuyorum.
Kayın pederim Muharrem Samtaş’a,
kayın validem Şükriye Samtaş’a ve bütün ölmüşlerimize Tanrı rahmet eylesin.
Ruhları şad olsun.
29 Kasım 2023-BURSA
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder