1 Mayıs 2010 Cumartesi

Ohri'deki Kilisenin Düşündürdükleri

     Birçok kere gittiğim Ohri’ye son olarak 2009 Temmuzunda gittim. Ohri her zaman olduğu gibi gene beni etkiledi. Ohri gölü, nehirlerle beslenerek oluşan göllerin aksine, nehirleri besleyen, kendisinden nehirler çıkan dünyadaki nadir göllerden biridir. Bu gölün kenarında yükselen Ohri şehri, tabii güzellikleri yanında tarihi zenginlikleri ile de Makedonya’nın incisidir diyebilirim. Eski Türk evlerinin yoğun olarak günümüze ulaştırıldığı “Makedonya’nın Safranbolu’su” adeta… 

   Ayrılacağımız günün sabahında, gecenin karmaşasından uzaklaşmış sakin sessiz Ohri’yi görmek istedim. Gölden gelen esintinin insanı hafif hafif okşadığı çok güzel bir havada dolaşmaya başladım. Bu defa daha önce girmediğim sokaklara girmek istiyordum. Hayati Baba Tekkesinin karşısında bulunan ve bin yüz yıllık olduğu öne sürülen tarihi çınarı geçtikten sonra sağ yamaçtaki sokağın ilerisinde Ohri Kilisesini gördüm. Birden, yıllardır karşıdan baktığım bu kiliseyi yakından görme isteği doğdu içimde… Bu tarihi yapının fotoğraflarını çekmek üzere sokağa girdim.
    Bir iki fotoğraf çekmiştim ki, kilise önünde durup park eden bir arabadan papaz kıyafeti giymiş genç sayılabilecek biri indi: Saçları atkuyruğu şeklinde bağlanmış, temiz yüzlü bir insan…
   Kilise kapısında yüz yüze geldiğimiz papaz, Makedonca selam verip beni kiliseye davet etti. Beraberce içeri girerken nereli olduğumu sordu. Bu arada acele ettiğini fark ettim. Sabah ayinine biraz geç kaldığı anlaşılıyordu. Bursa’da yaşadığımı fakat Makedonya’nın Veles kasabasına bağlı Orizari köyünde doğduğumu söyledim. Ana kapıdan girerken Türk ve Müslüman olduğumu söyleyince “nema problem” dedi. Acele ile içeri girerken içeride fotoğraf çekmemem için uyarıda bulundu.
   İçeri girince az sayıda cemaatin ayakta beklediğini gördüm. Papaz sıra ile herkese elini öptürüp ayini yapacağı bölüme girdi. Kilisenin doğu yönünde bulunan ve ana mekândan altın yaldızlı parmaklıklı, ufak bar kapılarına benzeyen bir kapı ile ayrılan bu yerin,  papazın ayini yönettiği özel bir bölüm olduğunu düşündüm.
   Cemaat sekiz, on,  kişiden oluşuyordu. Çoğunluğu yaşlı kadınlar idi. Hepsi temiz giyimli insanlar… Papazın elini tazimle öptükten sonra ayakta öylece beklediler. İçeri giren papaz ufak kapının üstünden şöyle böyle görülüyordu. Papaz davudi sesiyle anlamadığım bir dille okumaya başladı. Her bölümün sonunda papaz “âmin” diyor, cemaat da bu sırada istavroz çıkarıyorlardı. Fakat bu istavroz çıkarma bana biraz farklı geldi. Ellerini sağ ve sola göğüslerine değdiriyor, başlarına götürüyor ve son olarak ta ayakuçlarına değdirip doğruluyorlar. Bu papazın her âmin deyişinde tekrar edildi.
   Varlığımdan hiç rahatsız olmadılar. Orada hiç yokmuşum gibi davrandılar. Sabah ayini uzayınca dışarı çıktım. Dışarıda mum yakılan bir bölümde mumlar yanıyordu. Kiliseye girmeden mum yakıldığı anlaşılıyor.
   Daha önce Konçe, Radoviş ve Üsküp’te de gezdiğim bu Ortodoks kiliseleri bizim filmlerde gördüğümüz kiliselere hiç benzemiyor. Cemaatin oturacağı sıralar yok. Almanya’da gördüğüm Protestan kiliselerindeki heykeller de yok. Ama kilisenin her tarafının dini resimlerle kaplı olduğu görülüyor. Hiç boş yer yok diyebilirim.
   Duvarlar, kemerler, kubbenin içi, nişler kısaca har taraf fresk tekniğinde resimlerle doldurulmuş. Ayrıca Ortodokslara has dinî objeler olan İkonalar her tarafa iliştirilmiş olarak bu figür bolluğuna katkıda bulunuyorlar. İkonalar küçük büyük tahta yüzeylere yapılıyor. Her Ortodoks evinde bu ikonların bulunduğu bölümler olduğu, sabah evden çıkarken buraya mum yakılıp dua edildiği anlatılıyor. Fresk ve İkonalardaki resimlerin konuları İsa, Meryem, Havariler ve İncilide anlatılan bazı olaylardan oluşuyor.
   Üsküp’te büyük bir kiliseyi gezdiğimiz zaman, o kadar çok resim vardı ki burasının bir resim müzesi olduğunu zannettik. “Burası kilise mi?” diye sorduğumuz bir Makedon biraz da kızarak “evet kilise!” cevabını vermişti.
   Ohri’deki kilise bana bambaşka şeyler düşündürdü. Resimlerdeki figür bolluğu, kilisenin her tarafında bolca kullanılan altın yaldızlar, gösterişli perdeler buraya uhrevî değil dünyevî bir hava veriyor. Altın yaldızların çok kullanılması buraya bir saray görüntüsü vermiş. Zenginlik, şatafat her taraftan taşıyor sanki...
   Rengârenk tablolar ve bunlardaki figürler de buraya maddî bir hava katmış gibi geldi bana... Somut cisimler ve insan figürleri ile dolu tablolar anlatılmak istenen dinî konuları da maddeleştirmiş gibi göründü gözüme... Bu iyi midir kötü müdür tartışılır herhalde…
   Papazın cemaatin tamamına el öptürmesi de dikkatimi çekti. Bunu Hıristiyanlıktaki ruhban sınıfının varlığını gösteren tipik bir davranış olarak görmek gerekir. Burada din adamının ne kadar kutsal bir varlık olarak görüldüğünü söylemem zor. Bir hüküm vermek için daha geniş bilgiye ihtiyaç var. Ayrıca din adamları hangi dinî derecelerde ne kadar kutsal sayılıyor, araştırmak gerekiyor. Her şeye rağmen buradaki görüntü, bana papazların kutsal bir varlık olarak görüldüğü izlenimini verdi. En azından kilise cemaati için böyle olduğu anlaşılıyor.
    Bu, Baba oğul kutsal ruh üçlemesindeki inanışın bir uzantısıdır diye düşünüyorum. Ortodokslar ikonalara, diğer Hıristiyan mezhepleri de heykellere ve figüratif resimlere tapınmıyorlar mı? Bu kutsal sayılan figürlerin canlı timsali olarak din adamları görülüyor herhalde. Tabi papazların günlük hayata ne derece etki ettiklerini de araştırmak gerekir. İnsanlar bunlara iradelerini ne kadar teslim ediyorlar bilmiyorum. Bu etkinin azımsanmayacak derecede olduğu izlenimini edindim.
***  
   Kilisenin hemen aşağısında tarihi Hayati Baba tekkesi görünüyor. Ohrili Türkler buraya “Tekke Camii” diyorlar. Burası Halveti tarikatının bir kolu olarak bilinen Hayatî tarikatının merkezidir. Kurucusu Hayatî Baba Horasan’dan gelerek bu dergâhı kurmuş. Burası minaresi olan bir tekkedir. Buraya on beş kilometre mesafedeki Sutruga’daki Halveti tekkesinin de minaresi bulunuyor.
   Hayati Baba tekkesinde beş vakit namaz kılınan bir mekân ve yazlık kışlık olmak üzere kahve ocakları var. Bütün mekânlarda sadelik hâkim. Mihrap, kalem işi süslemeler ve duvarlara asılmış olan hat levhaları mekânların sadeliğini tamamlıyorlar. Bilinen hat örnekleri yanında, çok özgün istifte düzenlenmiş ilk defa gördüğüm örnekler de var. Süslemelerde soyut elemanlar hâkim, somut, cismani hiçbir figür yok. Hat örnekleri uyulması gereken dinî kuralları içeriyor.
   Ohri’deki kilise ile bu yapıyı karşılaştırdığımız zaman maddi zenginliği ile göz kamaştıran bir yapı ile sadeliğiyle insanı saran, kucaklayan başka bir yapı görüyoruz. Genelde bütün dini yapılarımızda bu sadeliğin ve soyut süslemelerin hâkim olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İslâm’ın emrettiği alçak gönüllülüğün en önemli göstergesidir bu...
   Hele ilk Selçuklu ve Osmanlı camilerinde bu sadelik en belirgin özelliktir. Bursa’daki ters T planlı camiler ölçülü süslemeleri ile dikkat çekerler. Bu dönem Anadolu’da Beylikler dönemidir. Bursa dışında da ters T planlı camileri görmekteyiz. Ayrı beyliklerle yönetilen değişik şehirlerde aynı tarzda yapıların görülmesine şaşırmamak gerekir. Yöneticileri ayrı olmasına rağmen bu eserleri yapan ustalar aynı millete yani Türk milletine mensuptular.
   Bu anlayış genişleyen mekânlarına paralel olarak Koca Sinan’ın muhteşem yapılarında da görülür. Sade güzelliğin dünyadaki en güzel örnekleri Süleymaniye ve Edirne Selimiye camileridir.
   Sinan’dan sonra da çok güzel camiler inşa edilse de zirve Mimar Koca Sinan’dır. Daha sonra Avrupa sanat akımlarından etkilenerek inşa edilen camilerimizde Türk Rokoko’su, Türk Barok’u görülse de, Avrupa’nın maddeci görüntüsü hâkimdir. 
   Tabi günümüzde inşa edilen ölçüsüz, orantısız, hiçbir mimari tarzı olmayan aşırı süslemeli camileri bunların hepsinden ayırmak gerekir. Nasılsa cemaat para veriyor diye yerden nerede ise kubbeye kadar döşenen çiniler, hiçbir renk bilgisine dayanmayan acemice yapılan süslemeler bu yapıların en önemli özellikleridir. Orantısız minareler ve şerefeler ise ayrı bir bilgisizlik örneği. Ufacık camilere kondurulan ikişer üçer şerefeli birden fazla minare anlaşılmaz bir gösterişin garip örnekleridir. Sanki şerefelere çıkan varmış gibi… Gösterişli fakat zevksiz mihrap ve minberler bu arabesk dokuyu tamamlıyor. Birilerine gösteriş yapılıyor, ama kime?
***
   Hayati Baba Tekke camiinde vakit namazlarına katıldık. Diğer camilerimizden çok farklı bir uygulamaya şahit olmadık. Sadece sabah ve akşam namazlarından sonra ufak zikirler yapılıyor. Bunu fazladan, nafile ibadet olarak gördük ve hoşumuza gitti.
   Her Müslüman’a açık namazlar dışında tarikat ayinlerinin yapılıp yapılmadığını bilmiyorum. Kendi aralarında bazı tarikatlarda olduğu gibi şeyhlerin ellerinin öpülüp öpülmediğini, kutsallaştırıp kutsallaştırmadıklarını da bilmiyorum. Ama sabah namazlarda imamlık yapan şeyh efendinin inşaatçılık yaparak hayatını kazandığını öğrendim.
   Bizde de papazlar gibi cemaate ellerini öptüren din adamları var. Hatta daha ileri giderek özel hizmetlerini gördürenlerin de olduğunu biliyoruz. İnsanların iradelerini ellerinden alıp onları maddi manevi sömüren, onları her bakımdan ipotek altına alan bu insanların davranışlarının İslâm’a ne kadar uygun olduğu tartışılır. Bunların Hıristiyanlıktaki ruhban sınıfı gibi bir sınıf oluşturmuşlar. Hem de babadan oğla geçecek şekilde…
    Asırlarca Hıristiyanlıkla içi içe yaşadığımız için onların bu düzenini taklit mi ettik acaba?
   Tabi kendimize uydurarak…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder