10 Haziran 2009 Çarşamba

Bir Teneffüs, Bir Bakış

     Emeklilikten sonra bir özel okulda ilkokul bir, iki ve üçüncü sınıflara resim-iş dersine giriyorum. Senelerce çok daha büyük öğrencilerle çalıştıktan sonra, bu çok küçük öğrencilerle önümde bambaşka bir dünya açıldı. Onlarla çok güzel günler yaşadım. Aramızda çok yaş farkı olmasına rağmen onlarla çok iyi anlaştım. Belki de bu yaş farkı anlaşmamızı kolaylaştırmıştır diye düşünüyorum. Zaten eskiden beri çevremdeki ufak çocuklarla çok iyi anlaşmışımdır.
     Resim dersinin onlar için eğlenceli oluşu ve sevilmesi de ayrıca önemli bir sebep olmalı... Özellikle birinci sınıf öğrencilerinin derse ve bana karşı göstermiş oldukları sevgi, beni çok mutlu ediyor. Bu sevginin hiçbir hesaba dayanmayan gerçek sevgi olduğunu biliyorum. Ben de onları çok seviyorum.
     Kasım ayının başı, çok güzel, güneşli bir sonbahar günü... Okulumuz tarlalar ve meyve bahçeleri arasında tabiatla iç içe... Öğle yemeğinden sonra, öğrenciler okulun bahçesinde cıvıl cıvıl oynuyorlar. Ben de onların aralarına katılıyorum. Okulun alt tarafında bir çiftçi traktörüyle çift sürüyor. Traktör, tarlanın bir ucundan diğerine ha bire gidip gelirken lise ve üniversite yıllarımda yaşadığım çiftçilik günlerim aklıma geliverdi. Yalnız bu çiftçiyle aramıza bir fark vardı, ben traktör yerine atımızla çift sürerdim. At ile birlikte kan ter içinde kalırdık. Oldukça yorucu bir işti bu, üstelik bu bir ürün yetiştirmenin ilk basamağı idi. Daha sonra yapılması gereken birçok iş vardı. İşlerin bitmesi için gün asla yetmezken zaten işin değil günün bitmesini beklerdik. Çünkü karanlık basmadan paydos etmek mümkün değildi. Bu çok zahmetli çalışmaların sonunda elde edilen kazanç, hiçbir zaman tatmin edici olmazdı.
     Ama ben işin çift sürme kısmından çok hoşlanırdım. Bu iş bana spor yapmak gibi gelirdi. Pulluğu çizgide tutmak, dönüşlerde kaldırıp çevirmek ve bu arada atı da yönlendirmek oldukça maharet ve kuvvet isteyen bir işti ve ben bu işi çok iyi yapardım. Toprağın kıvrılarak bir yandan diğer yana dökülmesi, dökülürken çıkardığı koku her zaman hoşuma gitmiştir. Bu sırada, kabaran topraktan çıkan böcekleri avlamaya çalışan kuşlar ayaklarımın dibinde uçuşup dururlardı. İş bittikten sonra hissettiğim yorgunluktan bambaşka bir haz duyardım ve bu yorgunluk sayesinde yediğim her yemek bana çok tatlı gelirdi. O günün gecesinde deliksiz bir uyku çekerdim. Zaman zaman o beden yorgunluğunu özlediğim olmuştur. Ben bu düşüncelere dalmışken birden duyduğum sesle irkildim:
     “-Öğretmenim; o adamın yaptığını mı yapmak istiyorsunuz?”
Şaşkınlıkla;
     “-Efendim”dedim?
     “-Yani o adamın yerinde mi olmak istiyorsunuz?”
    Baktım; birinci sınıflardan Mehmet Can isimli çok uysal, yaşına göre ağırbaşlı, resim dersinde çok başarılı olan bir öğrencim, sevimli gözleriyle bana derinden bakıyor. Gözlerinde izlerini sonsuzluktan emanet almış bir anlam... Çok şaşırdım. Düşüncelerimi; daha doğrusu içimi okuyarak beni yakalamıştı adeta...
      “-Hayır yavrum, ama ben de o adam gibi bu işi çok yaptım. Yalnız traktörüm yoktu, atım vardı. Atımla bu işi yapardım... Deh yavrum, haydi yavrum, yürü yavrum diye diye...”
       Mehmet Can, bir an düşündükten sonra derin hissedişine ve bakışlarına karıştırdığı çocuksu ifadesiyle:
     “-Şimdi de haydi yavrum, resim yap yavrum diyorsunuz değil mi öğretmenim?” dedi ve ben, tebessüm edip Mehmet Can’ın gözlerindeki o parıltıya dalarak;
      “-Evet evladım” dedim ve çalan ders zili ile birlikte sınıfa doğru yürüdüm. Ama aklımda hâlâ Mehmet Can’ın içimi okuyan derin bakışları vardı.

10 Haziran 2009
Kaplıkaya/Bursa

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder