Tren dumanlar savurarak istasyona girip
gelenler indiğinde iki taraf da şaşkındı. Ancak yaşlılar birbirini şöyle böyle
tanıyordu; diğerleri şaşkın, şaşkın bakıyordu. Gelenler daha şaşkındı; bambaşka
bir dünyaya ayak basmanın tedirginliğini yaşıyorlardı. Her şeye rağmen iki
tarafta da büyük bir sevinç yaşanıyordu. İki tekerlekli yüksek bir at arabasına
eşyalar ve küçük çocuklar yerleştirildi. Bu at arabası, damperli kamyonlar gibi
gerektiğinde kasası arkaya devrilebilen, Ege bölgesine has bir arabaydı. Diğer
at arabalarına şimdi az da olsa rastlanmasına rağmen, bu arabalar uzun zamandan
beri kullanılmamaktadır.
At arabası önde, yayalar arkada, kafile
Halkapınar’dan Darağacı’na Yani Şehitler Mahallesine doğru yol almaya başladı.
Yeni gelenler parke taşı döşenmiş yolda ilerlerken, şaşkın gözlerle gelip geçen
otomobillere, otobüslere ve ilk defa gördükleri her şeye merakla bakıyorlardı.
Şükriye Hala kardeşlerini ve yeğenlerini
heyecanla bekliyordu. Bir müddet önce geçirdiği bir kaza sebebiyle bacağının birini
dizinden itibaren kaybettiği için, evde beklemek zorunda kalmıştı. Araba
sokağın başında görününce, komşuların da toplandığı evde heyecanlı bir
dalgalanma oldu. Önce kardeşleri Ahmet, Hüseyin ve Emine ile gözyaşları içinde
sarmaş dolaş oldular. Daha sonra diğerleri ile... Gelenler, karşılayanlar,
oraya toplanan komşular, herkes duygulanmıştı.
Gelen dört aile için iki büyük ev
tutulmuştu, ikişer ikişer yerleşeceklerdi. Şükriye Halanın kardeşi Hüseyin ve
kız kardeşi Emine çocukları ile aynı avluya bakan bir eve, diğer kardeşi Ahmet
ile vefat etmiş ağabeyinin oğlu Abbas başka bir eve yerleştirildiler. Bu
yerleşme işi hemen olmadığı için, yerleşene kadar bu kalabalık akraba
topluluğu, Şükriye hala ve ailesi tarafından büyük bir misafirperverlikle ağırlandılar.
Evlere yerleşildikten sonra yavaş yavaş
çalışma yaşında olanlar işe girmeye başladı. Ahmet, Hüseyin ve Abbas’ın
marangoz dükkânı açma planları vardı. Bu planın mimarı Abbas’tı. Türkiye’ye
gelme söz konusu olunca Köprülü’de Dimko isimli bir marangoza para ödeyerek
marangozluk öğrendi. Ayrıca Köprülü’lü ahbapları Hamdi Amca’nın marangoz olan
oğlu Kemal Usta da bu konuda kendinse yardımcı oldu. Mallarının satışından elde
ettikleri paralarla marangozluk için gerekli makine ve aletleri alarak
Türkiye’ye getirdiler.
Kısa bir süre sonra inşaat ustası olan eniştelerinin
de yardımıyla uygun dükkânı bularak makineleri yerleştirip işe koyuldular.
Baştan iyi giden işler kısa bir süre sonra bozulmaya başladı, çünkü arada
birlik yoktu. Herkes kendi havasında idi. Hep birlikten kuvvet doğar diyen
babam Abbas Şirvan büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Ayrıca Türkiye şartlarına
uyum sağlamakta güçlük çekiyorlardı. Yaptıkları işlerin parasını zamanında
alamadıkları gibi, bazen de hiç alamıyorlardı. Bu yüzden çok şey umulan bu
ortaklık, dağılarak her aile kendi yoluna gitti. Bu proje yine de başka şekilde
amacına ulaştı. Başta bu projenin sahibi olan babam Abbas Şirvan olmak üzere,
bu aileden birçok kişi hayatını marangozlukla kazandı. Marangozluk adeta bu
sülalenin aile mesleği oldu.
Herkes kendi geçimini sağlamaya
çalışırken, buradaki akrabalarıyla gidip gelmeleri, görüşmeleri artarak devam
ediyordu. Halası ve eniştesi “İşi Üsin” (Ekşi
Bir gün sabahın çok erken saatinde kapı
telaşla çalındı. Gelen eniştesi idi. Şükriye Hala, Şark Sanayi fabrikasında
çalışırken giydiği takunyalar yüzünden düşerek ayak bileğini kırar. Bu kırık
bir türlü iyi olmaz kangren olan bacağı, önce dizden sonra diz üstünden
kesilir. Bu yüzden zaman, zaman bunalıma giriyor, ancak Bayraklı’daki bir
hocanın okuyup üflediği yemenisini (şamisini) başına bağladığı zaman
rahatlıyordu. Abbas böyle şeylere hiç inanmadığı halde, eniştesinin hatırı için
onu yalnız bırakmadı. O günlerin ulaşım şartları ile Bayraklı’ya gidip gelmek
çok zahmetliydi. Ancak öğleden sonra döndüklerinde halasında gerçekten bir
rahatlama olduğunu gördü. Eniştesi:
"Bak
gördün mü?" diyordu
Bir müddet sonra Hüseyin eniştesi yine
Bayraklı’ya gitmek üzere gelince, onu içeriye alarak çay kahve içerek Bayraklı’ya
gidip gelecek kadar vakit geçirdiler. Öğleden sonra hocaya okuttuklarını
söyledikleri yemeniyi uzattığında, halası:
"Oh
mübareğin nefesi o kadar kuvvetli ki yemeniyi başıma bağlamadan rahatladım”
deyince, Abbas, eniştesine gördün mü der gibi baktı. O günden sonra eniştesi
bir daha Bayraklı’ya gitmedi. Ama hanımına sözde okunmuş şamilar götürmeye
devam etti.
Bu güzel ilişki, bir olay yüzünden kökünden
yıkılana kadar devam etti. Halasının evlenme yaşında bekâr iki oğlu vardı.
Kesilen bacağı yüzünden gelecek endişesi taşıyordu. Çocuklarının birini, bir
akraba kızıyla evlendirirse, yaşlılık yıllarında rahat edeceğini düşünüyordu.
Kendi kanından bir gelinin gereken sevgi ve saygıyı göstereceğine inanıyordu.
Bu düşüncesini çok güvendiği yeğeni, rahmetli ağabeyi Hasan Ağanın oğlu Abbas’a
açınca hiç beklemediği bir tepkiyle karşılaştı. Çünkü Rumeli’de akraba evliliği
çok ayıp karşılanıyordu.
"Bunu ne sen söylemiş ol ne de ben duymuş
olayım. Eğer bu duyulursa, ısrar ederseniz, akrabalık bağlarımız kopar" dedi.
Ama halası ısrar ediyor, “- Anadol
insanları akrabalarıyla evleniyor, üstelik dinimizce de bir engel yok, senden
bunu isterim evladım” diyordu.
Amcalarını ve diğer halasını toplayıp
durumu anlatmak zorunda kaldı. Herkesin tepkisi aynıydı, akraba kızlarına
evlenme gözüyle bakan kimselerle gidip gelmek doğru değildi. Yıllarca hasretini
çektikleri bu kardeşleriyle görüşmeyi kesmeleri gerekiyordu. Öyle de yaptılar.
Dedelerimizden nakledildiğine göre,
atalarımız Rumeli’ye Karaman’dan gelmişler. Fatih Sultan Mehmet zamanında
Karamanoğlu Beyliği’nden, çok sayıda seçilmiş ailenin Balkanlar’a
yerleştirildiğini biliyoruz. Bu ailelerin gittikleri yerlerde, karşılaştıkları
yabancı kültürler karşısında benliklerini muhafaza etmeleri, hatta onlara örnek
olmaları için özel olarak seçildiklerini birçok tarihi kaynakta görüyoruz.
Balkanlar’da
günümüze kadar yaşayan özgün Rumeli kültürü böylece başlamış oldu. Bütün Balkan
Türkleri arasında akraba evliliğinin ayıp sayılması eski bir Türk âdetidir.
Kökeninde altı yedi ceddini tanıma anlayışı yatmaktadır. Akraba evliliğinin
olmaması akrabalık bağlarını güçlendirmektedir.
Bu anlayış, köyler arasında sosyal
hayatın canlanmasını sağlamış, gidip gelmeler sıklaşmıştır. Kendi Köyü’nde
akraba kızlarından başka akranı olmayan genç mecburen civar köylerden kısmetini
aramak zorunda kalmakta, böylece köyler arasında yeni akrabalıklar meydana
gelmektedir. Bu da sosyal hayatı ve ilişkileri canlandırmaktadır.
Kırgız yazar Cengiz Aytmatov ile Kazak
yazar Muhtar Şahanov’un beraber kaleme aldıkları kitaplarında akraba olan iki
gencin, evlenmek istemeleri karşısında nasıl tepki gördüklerini anlatırlar.
Şahanov “Bu yana çeksen araba devrilecek, öte yana çeksen öküz ölecek” atasözü
ile durumun zorluğunu ortaya koymaktadır.
Onlara göre, “yedi atasını kök sürmeyen
hamdır. Yedi ataya kadar, yani altıncı ve yedinci göbek akrabalığı aşmadıkça
kan bağının ayrılmadığını tıp ilmi ispatladı. Soyunu bilmeden akrabanla
evlenirsen neslin bozulur.”
Kazak ve Kırgızlarda geçerli olan bu
“törenin” Rumeli Türkleri arasında da yaşaması tesadüf değildir. Çünkü
Rumeli’ye Karaman ve Anadolu’nun diğer bölgelerinden gelen bu insanların da
anayurdu Orta Asya’dır. Türklerde eskiden beri dışarıdan evlilik tercih
ediliyordu. Bunda maksat, akraba sayısını artırmak, karşılıklı olarak
birbirinin destek ve himayesini kazanmaktı.
Bugün, Rumeli’den gelen göçmenlerin
çocukları, her konuda yaşadıkları yerin adetlerini benimsemelerine rağmen
akraba evliliğine karşı olan tutumlarını devam ettirmektedirler. Değişen hayat
şartları akrabalık ilişkilerini zayıflatmış olsa da, kan bağına önem
verilmektedir.
Yıllarca
birbirlerine özlem duyan, hasret çeken akrabalar, bu olaydan sonra bir daha
görüşmediler. “Ne ölüsüne ne dirisine” kavliyle birbirlerinin iyi ve kötü
günlerinde bulunmadılar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder