25 Ağustos 2023 Cuma

OKUNMUŞ ŞAMİ (YEMENİ) VE AKRABA EVLİLİĞİ

  Heyecan son haddini bulmuştu. Senelerdir görmedikleri akrabalarını getiren tren az sonra Halkapınar istasyonuna girecekti. Uzun yıllar önce, başka bir ülkedeki köylerinde bırakıp geldikleri yakınlarını, Türkiye’ye getirtmenin heyecanını yaşıyor, hasretin az sonra biteceğini düşünüyorlardı.

Tren dumanlar savurarak istasyona girip gelenler indiğinde iki taraf da şaşkındı. Ancak yaşlılar birbirini şöyle böyle tanıyordu; diğerleri şaşkın, şaşkın bakıyordu. Gelenler daha şaşkındı; bambaşka bir dünyaya ayak basmanın tedirginliğini yaşıyorlardı. Her şeye rağmen iki tarafta da büyük bir sevinç yaşanıyordu. İki tekerlekli yüksek bir at arabasına eşyalar ve küçük çocuklar yerleştirildi. Bu at arabası, damperli kamyonlar gibi gerektiğinde kasası arkaya devrilebilen, Ege bölgesine has bir arabaydı. Diğer at arabalarına şimdi az da olsa rastlanmasına rağmen, bu arabalar uzun zamandan beri kullanılmamaktadır.

At arabası önde, yayalar arkada, kafile Halkapınar’dan Darağacı’na Yani Şehitler Mahallesine doğru yol almaya başladı. Yeni gelenler parke taşı döşenmiş yolda ilerlerken, şaşkın gözlerle gelip geçen otomobillere, otobüslere ve ilk defa gördükleri her şeye merakla bakıyorlardı.

Şükriye Hala kardeşlerini ve yeğenlerini heyecanla bekliyordu. Bir müddet önce geçirdiği bir kaza sebebiyle bacağının birini dizinden itibaren kaybettiği için, evde beklemek zorunda kalmıştı. Araba sokağın başında görününce, komşuların da toplandığı evde heyecanlı bir dalgalanma oldu. Önce kardeşleri Ahmet, Hüseyin ve Emine ile gözyaşları içinde sarmaş dolaş oldular. Daha sonra diğerleri ile... Gelenler, karşılayanlar, oraya toplanan komşular, herkes duygulanmıştı.

Gelen dört aile için iki büyük ev tutulmuştu, ikişer ikişer yerleşeceklerdi. Şükriye Halanın kardeşi Hüseyin ve kız kardeşi Emine çocukları ile aynı avluya bakan bir eve, diğer kardeşi Ahmet ile vefat etmiş ağabeyinin oğlu Abbas başka bir eve yerleştirildiler. Bu yerleşme işi hemen olmadığı için, yerleşene kadar bu kalabalık akraba topluluğu, Şükriye hala ve ailesi tarafından büyük bir misafirperverlikle ağırlandılar.

Evlere yerleşildikten sonra yavaş yavaş çalışma yaşında olanlar işe girmeye başladı. Ahmet, Hüseyin ve Abbas’ın marangoz dükkânı açma planları vardı. Bu planın mimarı Abbas’tı. Türkiye’ye gelme söz konusu olunca Köprülü’de Dimko isimli bir marangoza para ödeyerek marangozluk öğrendi. Ayrıca Köprülü’lü ahbapları Hamdi Amca’nın marangoz olan oğlu Kemal Usta da bu konuda kendinse yardımcı oldu. Mallarının satışından elde ettikleri paralarla marangozluk için gerekli makine ve aletleri alarak Türkiye’ye getirdiler.

Kısa bir süre sonra inşaat ustası olan eniştelerinin de yardımıyla uygun dükkânı bularak makineleri yerleştirip işe koyuldular. Baştan iyi giden işler kısa bir süre sonra bozulmaya başladı, çünkü arada birlik yoktu. Herkes kendi havasında idi. Hep birlikten kuvvet doğar diyen babam Abbas Şirvan büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Ayrıca Türkiye şartlarına uyum sağlamakta güçlük çekiyorlardı. Yaptıkları işlerin parasını zamanında alamadıkları gibi, bazen de hiç alamıyorlardı. Bu yüzden çok şey umulan bu ortaklık, dağılarak her aile kendi yoluna gitti. Bu proje yine de başka şekilde amacına ulaştı. Başta bu projenin sahibi olan babam Abbas Şirvan olmak üzere, bu aileden birçok kişi hayatını marangozlukla kazandı. Marangozluk adeta bu sülalenin aile mesleği oldu. 

Herkes kendi geçimini sağlamaya çalışırken, buradaki akrabalarıyla gidip gelmeleri, görüşmeleri artarak devam ediyordu. Halası ve eniştesi “İşi Üsin” (Ekşi Hüseyin) özellikle Abbas’ı çok seviyor, birçok sıkıntılarını onunla paylaşıyorlardı. Eniştesi bir yere gideceği zaman onu hep yanında götürmek istiyordu.

Bir gün sabahın çok erken saatinde kapı telaşla çalındı. Gelen eniştesi idi. Şükriye Hala, Şark Sanayi fabrikasında çalışırken giydiği takunyalar yüzünden düşerek ayak bileğini kırar. Bu kırık bir türlü iyi olmaz kangren olan bacağı, önce dizden sonra diz üstünden kesilir. Bu yüzden zaman, zaman bunalıma giriyor, ancak Bayraklı’daki bir hocanın okuyup üflediği yemenisini (şamisini) başına bağladığı zaman rahatlıyordu. Abbas böyle şeylere hiç inanmadığı halde, eniştesinin hatırı için onu yalnız bırakmadı. O günlerin ulaşım şartları ile Bayraklı’ya gidip gelmek çok zahmetliydi. Ancak öğleden sonra döndüklerinde halasında gerçekten bir rahatlama olduğunu gördü. Eniştesi:

    "Bak gördün mü?" diyordu

Bir müddet sonra Hüseyin eniştesi yine Bayraklı’ya gitmek üzere gelince, onu içeriye alarak çay kahve içerek Bayraklı’ya gidip gelecek kadar vakit geçirdiler. Öğleden sonra hocaya okuttuklarını söyledikleri yemeniyi uzattığında, halası:

    "Oh mübareğin nefesi o kadar kuvvetli ki yemeniyi başıma bağlamadan rahatladım” deyince, Abbas, eniştesine gördün mü der gibi baktı. O günden sonra eniştesi bir daha Bayraklı’ya gitmedi. Ama hanımına sözde okunmuş şamilar götürmeye devam etti.

          Bu güzel ilişki, bir olay yüzünden kökünden yıkılana kadar devam etti. Halasının evlenme yaşında bekâr iki oğlu vardı. Kesilen bacağı yüzünden gelecek endişesi taşıyordu. Çocuklarının birini, bir akraba kızıyla evlendirirse, yaşlılık yıllarında rahat edeceğini düşünüyordu. Kendi kanından bir gelinin gereken sevgi ve saygıyı göstereceğine inanıyordu. Bu düşüncesini çok güvendiği yeğeni, rahmetli ağabeyi Hasan Ağanın oğlu Abbas’a açınca hiç beklemediği bir tepkiyle karşılaştı. Çünkü Rumeli’de akraba evliliği çok ayıp karşılanıyordu.

"Bunu ne sen söylemiş ol ne de ben duymuş olayım. Eğer bu duyulursa, ısrar ederseniz, akrabalık bağlarımız kopar" dedi.

Ama halası ısrar ediyor, “- Anadol insanları akrabalarıyla evleniyor, üstelik dinimizce de bir engel yok, senden bunu isterim evladım” diyordu.

     "Hala! Anadol insanı evlenebilir, dinimizce bir engel olmadığını ben de biliyorum, ama biz Türk’üz bizim töremizde altı yedi kuşak geçmeden akraba evliliği kesinlikle yoktur. Senin oğluna kız mı yok, yeni gelen hemşehrilerimizden helal süt emmiş birini buluruz” dediyse de meramını anlatamadı. Şükriye Hala, isteğinde ısrar ediyordu.

Amcalarını ve diğer halasını toplayıp durumu anlatmak zorunda kaldı. Herkesin tepkisi aynıydı, akraba kızlarına evlenme gözüyle bakan kimselerle gidip gelmek doğru değildi. Yıllarca hasretini çektikleri bu kardeşleriyle görüşmeyi kesmeleri gerekiyordu. Öyle de yaptılar.

Dedelerimizden nakledildiğine göre, atalarımız Rumeli’ye Karaman’dan gelmişler. Fatih Sultan Mehmet zamanında Karamanoğlu Beyliği’nden, çok sayıda seçilmiş ailenin Balkanlar’a yerleştirildiğini biliyoruz. Bu ailelerin gittikleri yerlerde, karşılaştıkları yabancı kültürler karşısında benliklerini muhafaza etmeleri, hatta onlara örnek olmaları için özel olarak seçildiklerini birçok tarihi kaynakta görüyoruz.

    Balkanlar’da günümüze kadar yaşayan özgün Rumeli kültürü böylece başlamış oldu. Bütün Balkan Türkleri arasında akraba evliliğinin ayıp sayılması eski bir Türk âdetidir. Kökeninde altı yedi ceddini tanıma anlayışı yatmaktadır. Akraba evliliğinin olmaması akrabalık bağlarını güçlendirmektedir.

Bu anlayış, köyler arasında sosyal hayatın canlanmasını sağlamış, gidip gelmeler sıklaşmıştır. Kendi Köyü’nde akraba kızlarından başka akranı olmayan genç mecburen civar köylerden kısmetini aramak zorunda kalmakta, böylece köyler arasında yeni akrabalıklar meydana gelmektedir. Bu da sosyal hayatı ve ilişkileri canlandırmaktadır.   

Kırgız yazar Cengiz Aytmatov ile Kazak yazar Muhtar Şahanov’un beraber kaleme aldıkları kitaplarında akraba olan iki gencin, evlenmek istemeleri karşısında nasıl tepki gördüklerini anlatırlar. Şahanov “Bu yana çeksen araba devrilecek, öte yana çeksen öküz ölecek” atasözü ile durumun zorluğunu ortaya koymaktadır.

Onlara göre, “yedi atasını kök sürmeyen hamdır. Yedi ataya kadar, yani altıncı ve yedinci göbek akrabalığı aşmadıkça kan bağının ayrılmadığını tıp ilmi ispatladı. Soyunu bilmeden akrabanla evlenirsen neslin bozulur.”

Kazak ve Kırgızlarda geçerli olan bu “törenin” Rumeli Türkleri arasında da yaşaması tesadüf değildir. Çünkü Rumeli’ye Karaman ve Anadolu’nun diğer bölgelerinden gelen bu insanların da anayurdu Orta Asya’dır. Türklerde eskiden beri dışarıdan evlilik tercih ediliyordu. Bunda maksat, akraba sayısını artırmak, karşılıklı olarak birbirinin destek ve himayesini kazanmaktı. 

Bugün, Rumeli’den gelen göçmenlerin çocukları, her konuda yaşadıkları yerin adetlerini benimsemelerine rağmen akraba evliliğine karşı olan tutumlarını devam ettirmektedirler. Değişen hayat şartları akrabalık ilişkilerini zayıflatmış olsa da, kan bağına önem verilmektedir.

Yıllarca birbirlerine özlem duyan, hasret çeken akrabalar, bu olaydan sonra bir daha görüşmediler. “Ne ölüsüne ne dirisine” kavliyle birbirlerinin iyi ve kötü günlerinde bulunmadılar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder