Elli beş yıl önce 1955’in Eylül ayında o zamanki Yugoslavya’dan Türkiye’ye ailece göç ettik. Ailece değil milletçe göç ettik desek daha doğru olur. Bu göçe, Yugoslavya’nın birçok bölgesinden Türk Milletinin adeta sürülüşüdür diyebiliriz. Hem de çok hesapsız, kitapsız bir şekilde…
Göçe mecbur edilen insanların asırlarca, kuşaklar boyu kazanımları bir çırpıda heba edilmiş. Türklerin elindeki mallar bir çırpıda el değiştirerek Hıristiyanların eline geçmiş. Komik bedellerle ve çoğunlukla bedava olarak…
Tito’nun Yugoslavya hükümeti Türkiye’ye göç için tapudaki bütün malların devrini şart koşmuş. Köyler, şehirler boşalmış, herkes malını satıp göç derdine düşmüş. Böyle bir ortamda bir malın değeri ile satılması mümkün mü? Elbette değil… Bu yüzden, değerinin çok altında ya da hiçbir bedel alınmadan mallar el değiştirmiş.
Makedonya’ya altı yıldır defalarca gittim. Yalnız büyük şehirleri değil, her tarafını gezdim. Kimsenin gitmediği en kör noktalara bile gittim. Dağ başlarındaki Yörük köyleri, dağların arasında kalmış sapa yerleri gezdim. Her yerde insanlarla konuştum. Bir zamanlar yüzde yüz Türk yerleşimi olan birçok yerde şimdi bir tek Türk’ün bulunmadığını içim sızlayarak gördüm.
Köprülü (Velez), köyleri ile birlikte yoğun Türk nüfusunun yaşadığı önemli bir kasaba idi. Ortasından Vardar nehri geçtiği için iki yakası köprülerle bağlanmış. Amasya kadar tarihi esere sahip olmasa da, Amasya’ya benziyor.
Vadar’ın batı tarafında en önemli köy, doğduğum köy olan Çeltikçi’dir (Orizari). Çok eski ve önemli bir yerleşim yeridir. Eskiden nahiye merkezi olduğu söyleniyor. Evliya Çelebi seyahatnamesinde Çeltikçi’den söz ediyor. Köprülü ve Üsküp’e yakın oluşu, insanlarının girişimci ve yeniliğe açık olmaları Çeltikçi’yi hep ön plâna çıkarmıştır. Bugün de yeni adıyla Orizari deyince hemen hemen bütün Makedonya’da tanındığını söyleyebilirim.
Göç zamanı yüz seksen haneye sahip köyde sadece sekiz hane Hıristiyan yaşıyordu. Bunlar daha önce göç etmiş olan Türklerin yerine gelen insanlardı. Şimdi köyde hiç Türk bulunmamaktadır. Tek tesellimiz köyümüze, Karadağ’ın Sancak bölgesinden gelen Müslüman Boşnakların yerleşmesidir. Şimdi bu bölgenin tek Müslüman köyü Çeltikçi’dir. Gittiğimiz zaman bizi pek sıcak karşılamasalar da mezarlıklarımızı ve türbelerimizi koruyup yaşattıkları için kendilerine müteşekkiriz.
Bu taraftaki bir diğer köy Sırkvina’dır. Çeltkçi’den belli belirsiz görülmektedir. Babuna deresine yakındır. Eskiden nüfusunun tamamı Türkçe konuşurdu. Şimdi hiç Türk yaşamamaktadır.
Aşağı Vranovsa, Yukarı Vranovsa, Melnisa, Viniçan, Vodovrat ve Rosoman bu tarafta eskiden Türk köyü olup şimdi hiç Türk bulunmayan köylerdir.
Köprülü’nün batısında, Karaslar, Kurudere, Koçilar, Kişina, Bekirli ve Çreşka güneye doğru sıralanan Türk köyleridir. Şimdi sadece Koçilar’da Türkiye’den dönmüş bir Türk ailesi yaşamaktadır.
Köprülü ve İştip arasında kalan bölgeye “Hoşçebol”, bizimkilerin söyleyişi ile “Ohçebol” ya da “Oşçebol” denmektedir. Şimdi burada yaşayan Türkler buraya Oşçepol, Makedonlar da Oşçepoli demektedirler. Bu bölge köyleri ve çiftlikleri ile bir zamanlar tamamen Türk idi. Sadece Sırp yönetimi zamanında bu Türk köylerine sekizer, onar hane Hıristiyan yerleştirilmiş. Bizimkilerin “eski gâvur” diye aradıkları bu insanlara Laa denmektedir. (gâvur tabiri Hıristiyan karşılığında kullanılmaktadır) Bunlar Romen kökenli insanlardır. Makedoncadan farklı bir dil konuşmaktadırlar.
Türklerle çok iyi kaynaşmış olan bu insanların göç eden Türkleri özlediklerini birçok yerde gördüm. Köseler’de Kalço, Karaslar’da Görgi agaların Türkleri özlemle anmaları beni çok duygulandırdı. Hele konuştukları saf Rumeli Türkçesini duyunca çok şaşırdım. Elli beş yıl geçmesine rağmen o kadar güzel bir Türkçe ile konuşuyorlar ki, ne olduklarını bilmesem Türk olduklarına yemin edebilirdim.
Türkleri aramalarının bir sebebi de, bizim yerimize köylere yerleşen ve bizimkilerin “yeni gâvur” dedikleri Şoplardı. Bunlarla aynı dinden olmalarına rağmen bir türlü kaynaşamamışlar.
Kalço Aga:
“– Abe Türkler zamanında sabanımızı gece gündüz tarlada bırakıydık, kimse sunmaydi (ellemiyordu). Bunlar çalaylar, çojuklarımız küüden kasabalara kaçtilar.” diyerek durumu anlatıverdi.
Görgi aga da Karaslar’da Türklerin birinci mesleği olan bahçıvanlığı devam ettirmiş. Hatta ilerleterek seracılığa da el atmış ve ekonomik yönden üstünlük sağlamış. Şoplar ise Vardar kenarındaki güzelim bahçelere tütün ve buğday ekiyorlar.
Oşçebol’da şimdi çok az Türk yaşıyor. Karatman’da tek bir aile var. Ziyaret ettiğimizde çok mahzunlaştık. Onca Hıristiyan arasında tek bir Türk ailesi olarak yaşamak zor bir durum olmalı diye düşündük. Dorfullu’da yirmi, yirmi beş Türk ailesi yaşıyor. Altı yıldır gidiyorum; evliliklerle sayılarının arttığını gözlemledim. Buradaki Türkler Makedonya’nın her tarafındaki Türklerle iletişim içindeler… Her tarafa kız alıp kız veriyorlar. Sosyal ilişkiler bu yolla gün geçtikçe artıyor. Bu, nüfus azlığının yaratığı güzel ve sevindirici bir olgudur. Cumalı’da (Lozovo) da iki hane Türk yaşadığını söylediler. Bir zamanlar tamamen Türklerden oluşan bölgede kalan Türkler bu kadar…
Bu bölgedeki Türk köyleri, Karatmanlı, Dorfullu, Köseler, Cumalı (Lozovo), Sarıhamzalı (levhada Saramzalino yazıyor), Hamzabey, Dinler, Çalışlar, Kumarlı, Soyaklar, Mahmutçular, Yuvanlı ve Gorobinsa’dır.
Vardarın batısından itibaren bütün bu bölge tam bir Türk yerleşimi iken bugünkü manzara bundan ibarettir.
Makedonya’nın doğusundan batısına, kuzeyinde güneyine durum hep aynıdır. Ohri gölünün güneyinde Sveti Naum (Sarı Saltuk) makamını ziyaret ettiğimizde, Ohrili arkadaşlarımız, göl kenarındaki cennet gibi Preştani ve diğer yerleşim yerlerini göstererek iç geçirdiler. Göçten önce tamamen Türklere ait olan bu yerlerde maalesef şimdi hiç Türk yaşamıyor.
Sarı Saltuk makamı, efsanevi bir Alperene ait iken yüz yıl öncesine kadar Müslüman, Hıristiyan herkesin ziyaret ettiği bir yerdi. Türklerin buralardan gitmesi ile sadece Hıristiyanlara kalmış ve Sveti Naum olmuş. Yani yatırlarımızı bile bizden almışlar.
Göçü gözü kapalı kabul eden zamanın Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti bu durumun baş sorumlusudur. Buralardaki asırlık Türk haklarını ve göç edenlerin geleceklerini hiç düşünmeden, günü kurtarma anlayışı ile hareket etmesi en hafif tabirle büyük bir gaflettir. Satamadığımız mallarımızın tapuları elimizde olsaydı şimdi oralara daha başka bir pozisyonda dönerdik.
Aynı hükümet göç eden Türklere, konsoloslukta “Türkiye Cumhuriyeti Devletinden hiçbir şey talep etmeyeceğim” diye bir taahhütname imzalatarak onları kaderleri ile baş başa bırakmıştır. Çok kısıtlı para getirilmesine izin verildiği için göç edenler, ilk günlerde buradaki akrabalarının yardımları ile hayata tutunmaya çalıştılar.
* * *
Elli beş yıl önce göçe hazırlanırken babam asker arkadaşı Ali Dayıyı ziyaret etmek için Kanatlar’a gitmeye karar verdi. Ben de yanında götürecekti. Çok sevinçliydim. Ali Dayı babamın asker arkadaşı idi. Biz ona “Ali Dayı” onun çocukları da babama “ Abbas Dayı” derlerdi. Aralarında çok kuvvetli bir sevgi ve saygı bağı oluşmuştu. Hiçbir kan bağı olmamasına rağmen akraba gibi idik. Hatta en ufak oğluna babamın adını koymuştu. İlişkimiz Türkiye’de de uzun yıllar devam etti.
Kanatlar, Pirlepe ile Manastır arsında düz ve zengin bir arazi üzerine bulunan büyük bir Türk köyüdür. Bu gün burada bin üç yüz elli Türk yaşamaktadır.
Bugünkü ulaşım imkânları tabi ki 1955’te yoktu. Köprülü- Manastır arasında çalışan trenle Kanatlar’a gidecektik. Çeltikçi’nin alt tarafındaki Pren istasyonundan trene bindiğimizde çok heyecanlıydım. Sekiz yaşımı yeni doldurmuş dokuza girmiştim. Trene binmek bile benim için çok önemli bir olaydı.
İndiğimiz yeri çok iyi hatırlıyorum. İstasyon bulunmayan düz bir alanda bizim inmemiz için duran trenden indik. İndiğimiz yerin adının Topolçani olduğunu şimdi Kanatlar İlköğretim Okulu müdürü olan Yusuf Ahmet Beyden öğrendim. Önümüzde alabildiğine uzanan düzlükte çok uzun bir yürüyüş yaptıktan sonra Kanatlar’a ulaştık. Kanatlar’a varmadan Erekler köyünden geçtiğimizi bu gidişimde öğrendim. Bu köyden göç edenlerin büyük çoğunluğu, Kanatlarlılar gibi İzmir- Buca’ya yerleşmişler.
Kanatlar ile ilgili hatırladığım Ali Dayının bostanı, bostandaki kuyu ve kuyunun su çıkarmaya yarayan manivelasıdır. Bir de kocaman alacalı karpuzlarını hiç unutmadım tabi. Yanlış hatırlamıyorsam bu karpuzlara “Türkiye karpuzu" deniliyordu. Kanatlar bugün de çok önemli bir karpuz üretim merkezi olma özelliğini koruyor.
Ali Dayının karakteristik bıyığı hep ilgimi çekmiştir. Badem bıyığı onun en önemli özelliği idi. Bir de Kanatlarlıların “gidinim, gelinim” şeklindeki vurguları bana çok garip gelmişti. Şimdi de bu şekilde konuşuyorlar ama Türkiye Türkçesi de yerleşmeye başlamış görülüyor. İzmir’de yaşadığımız süre içinde Ali Dayılarla daha çok görüşme imkânı bulduk. Oğlu Yahya, babamın Mersinli semtindeki marangoz dükkânında çalışıyordu. Bazı hafta sonları ben de onunla Buca’ya gider misafirleri olurdum. Daha sonra biz Turgutlu’ya taşınınca gidip gelmeler seyrekleşti.
Ali Dayı, Alsancak Stadyumunda çalışıyordu. Çocukken maça gidecek paramız olmadığından, önemli maçlarda haber gönderdiğimizde bizi ufak bir kapıdan maça alırdı.
Buca’da vefat etti, Allah rahmet eylesin.
* * *
Altı yıldır Makedonya’nın her tarafını gezdiğim ve çok istediğim halde Kanatlar’a bir türlü gidemedim. Kaç defa niyet ettiğim halde kısmet olmadı.
Bu yıl, yani 2010 Temmuzunda, Radoviş’in Topolnisa köyündeki bir düğüne gittik. Hollanda’da çalışan buralı bir Türk kızını evlendiriyordu. İş zamanı olmasına rağmen Türk köyleri adeta boşalmış. Millet işi gücü bırakıp düğüne koşmuş. Davetli davetsiz düğüne herkes geliyor. Düğünler buraların en önemli sosyal etkinliğidir. Değişik köylerde yaşayan Türkler düğünlerde buluşma imkânı buluyorlar. Gençler buralarda görüşüp tanışıyor ve köyler arasında evlilikler oluyor.
Köyün girişinde geniş bir alanda yapılan düğün yeri kebapçılar, meşrubatçılar ve çocuklara oyuncak satan tezgâhlarla bir panayırı andırıyor adeta…
Çingene çalgıcılar çalıp söylüyor, kadın erkek herkes oynuyor. Özellikle kadınlar, geleneksel kıyafetleri içinde düğüne ayrı bir renk katıyorlar. Rengârenk şalvarları, işlemeli yelekleri, gömlekleri ve her biri sanat eseri olan el işi uçkurları görülmeye değer. Ayrıca Yörük kadınların rengârenk kıyafetleri ortama ayrı bir hava katıyor.
Burada yanımıza kravatlı düzgün giyimli bir bey yaklaşarak, bizi farklı gördüğü için konuşmak istediğini söyledi. Meslektaşımız olduğunu öğrendiğimiz Yusuf Ahmet Bey, Kanatlar köyünün okul müdürü idi. Hemen kaynaştık. Bizi Kanatlar’a davet edince Kanatlar’ı görme zamanının geldiğini anladım. Telefonlarımızı aldık ve görüşmek üzere ayrıldık.
Radoviş’te işimiz bitince Yusuf Beye telefon ederek geleceğimiz günü bildirdik. Ali Koç Köyünden, Sülman’ın (Süleyman) arabasını tutarak Kanatlar’ın yolunu tuttuk. Geçen yıl eşimle bir taksi tutarak Radoviş’ten Ohri’ye giderken kullandığımız güzergâhı kullanacaktık. Otobüsler Radoviş, İştip, Köprülü üzerinden Pirlepe yoluna çıkıyorlar. Bu yol hem uzun hem de defalarca geçtiğimiz için ilgimizi çekmiyordu. Yeni yerler görmek, hem de kestirmeden gitmek için Negotino ve Kavadar üzerinden Pirlepe yoluna çıkacağız.
Negotino ve Kavadar dağlar arasında kalmış küçük kasabalar... Bağcılık buralarda çok gelişmiş. Bilhassa Kavadar ve kuzeyindeki Rosoman’da göz alabildiğine bağlar uzanıyor. Radoviş pazarında iri taneli pembemsi ve çok lezzetli bir üzüm Rosoman üzümü diye satılıyor. Bağcılık son yıllarda çok gelişmiş. Rakı ve şarap yapımında kullanıldığı için üzüm para ediyor.
Vardar’a yakın bir yerde Pepilişta’yı görünce heyecanlandık, çünkü burası Bursa’daki rahmetli ahbabımız Elveda ablamızın köyü idi. Bağlar ve meyve bahçeleri arasında şirin bir yer… Burayı biraz geçince Vardar’la karşılaşıverdik.
Vardar burada düz bir arazide genişleyerek akıyor. Gostivar yakınlarından çıkan Vardar gâh düz arazilerde gâh dar ve derin vadilerde akarak ilerliyor. Bilhassa Üsküp- Köprülü arasında çok derin bir vadiden geçerek Köprülü’ye ulaşıyor. Güneye indikçe kendisine katılan derelerle büyüyerek yoluna devam ediyor. Köprülü çıkışında köyümüzün deresi Topolka ve Babuna Vardar’a karışıyor.
Pepilişta yakınlarında da görünce Vardar’ı bütün Makedonya’da gözlemiş olduk. Buradan Yunanistan’a doğru yoluna devam eden Vardar, bir müddet Yunan topraklarında da ilerledikten sonra Ege Denizine dökülüyor.
Bu ata yadigârı toprakların sembolü olan Vardar, bizim için çok değerlidir. O, nesiller boyu bize bu toprakları hatırlattı; hatırlatmaya da devam edecek. Türkiye’ye göçmüş birçok ailenin soyadı bu yüzden Vardar’dır. Zamanında adına türküler yakılması boşuna değildir. “Vardar Ovası”, her söylendiğinde burnumun direği sızlar, gözümden yaş gelir ve hüzünlenirim.
Vardar Makedonya için hayati önem taşır. Gostivar’dan itibaren bu ülkeyi boydan boya kat ederken geçtiği yerlere bereket saçar.
Pirlepe’yi geçtikten sonra Kanatlar kavşağına geldik. Demiryolu kara yolunun kuzeyinde kalmıştı. Kavşağı dönünce elli beş yıl önce rahmetli babamla yürüdüğümüz uçsuz bucaksız düzlük karşıma çıkıverdi. Yol dümdüz bir arazide uzanıyor, uzaklarda belli belirsiz köyler görülüyor. Birden önümüzden bir kuş sürüsü geçti. Daha sonra çil olduklarını öğrendiğimiz bir sürü kuş yarı uçarak yarı koşarak otların arasında kayboldular. “Çil yavrusu gibi dağılmak” tabirini hatırladık.
Kanatlar'ın girişinde bizi direkler üstüne yuva yapmış leylekler karşıladı. Sülman Yusuf beyin evinin avlusuna kadar girdi. Elli beş yıl sonra yine Kanatlardayım.
Bizi yeni tanıyan hane halkı, sanki çok yakın akrabaları geliyormuş gibi heyecanla etrafımızı sardılar. Çok heyecanlanmıştım; babam yoktu, Ali Dayı yoktu ama aynı dili konuştuğumuz aynı kültürü paylaştığımız bizim insanlarımız vardı. Bize hanelerini ve gönüllerini açıyorlardı.
Yeni ve güçlü bir dostluğun başladığını hissediyorum. Aydın bir öğretmen, çocuklarının tamamı öğrenci ve milli kimliğine sıkı sıkıya bağlı bir aile... Makedonya’da çok sık rastlamadığımız bir durum bu. Biz de onların kendimizden olduklarını hissettik. Aynı olduğumuzu anladık hemen...
Sülman’ı gönderdikten sonra zaman kaybetmeden birçok yazılı kaynakta rastladığım Dikmen Baba Dergâhını ziyarete yöneldik.
Dikmen Baba, Kanatlar ve yakın çevresi için çok büyük önem taşıyor. Göçlere rağmen buralarda yoğun Türk nüfusunun varlığı Dikmen Babanın ruhaniyetine bağlanıyor. “Dikmen Baba Kanatlar’ı tuttu diyorlar.”
Dikmen Baba, Kırçova’ya bağlı Brod kasabasında bulunan Hıdır Baba Bektaşi dergâhında yetişmiş bir ulu kişidir. Rivayete göre kendisinden dergâha tulumla su taşıması istenir. Tulumun altı dikilmediği halde istenen suyu taşıyınca, Hıdır Baba:
“-Sen artık oldun kendi makamını kurma zamanın geldi.” der. Ateşten aldığı koru havaya atarak, korun söndüğü yere makamını kurmasını ister. Kor dergâhın bugün bulunduğu Kanatlar köyüne hâkim bu tepecikte söner.
Dikmen Baba Dergâhının bir zamanlar büyük bir külliye olduğu ilk bakışta anlaşılıyor. Semahanesi, Türbesi, misafirhanesi, kurban kesmek için özel olarak hazırlanmış bölmesi, büyük taş dibeği ve tarihi mezar taşları bunun açık göstergesidir. Burada çok güzel günler yaşandığı anlaşılıyor.
Ama bugün çok bakımsız kalmış. Bakımsız binaların etrafını otlar sarmış. Her taraf dökülüyor. Bir tek Dikmen Baba türbesi temiz ve bakımlı... Her akşam başucunda “çerağ” uyandırılıyor. Çevreye hâkim bu tarihi mekân hayırseverlerin himmetini bekliyor. Bilgi ile yapılacak bir yenileme çalışması gerekiyor. Kültürümüzün buralarda devamı için bu çalışmanın yapılması çok büyük önem taşıyor. Benzer çalışmaların Üsküp ve Ohri’deki bazı tarihi eserlerde yapıldığını görmüştüm. Neden burada da olmasın?
Gece komşuların da gelmesi ile koyu bir sohbete koyulduk. Hem birbirimizi tanıdık hem de eskilerden söz ettik. Ali Dayı stadyumda çalıştığı için burada ona “Antrenör Ali” diyorlarmış.
Sohbetin en önemli konusu bu yörede çekilen “Elveda Rumeli” dizisi oldu. O anda orada bulunanların hemen hepsi bu dizide rol almış insanlardı.
Yusuf beyin annesi Kıymet Hanım, dizinin kahramanı Sütçü Ramiz’in nenesini oynamış. Topolnisa’daki düğünde de Ramiz aganın torunu, Hatice’nin oğlu Hüsmen’le tanışmıştık. Gerçek annesi Radoviş’in Kulazlı kötünden Kanatlar’a gelin gelmiş. Diziyi çekenler Kanatlar’daki yoğun Türk nüfusundan faydalanmışlar. Arabalarla çekim yerine götürdükleri, bu insanları yine arabalarla geri getiriyorlarmış. Dizide oynamayan yok gibi…
Pürsıçan diye bir yer varmıdır diye hep merak etmişimdir. Çok eskiden böyle bir yerin olduğuna dair bir rivayet bulunduğunu ama bugün böyle bir yerin olmadığını söylediler.
Çekimlerin yapıldığı yer, Manastır’a otuz kilometre mesafede birkaç eski evden ibaret bir yer... Kimsenin yaşamadığı bu evlerin içinde hiçbir şey yokmuş. İç mekânların çekimi için Manastır’da hazırlanan yerler kullanılıyormuş.
Göç her yerde olduğu gibi Kanatlar’da da acıklı olayların yaşanmasına sebep olmuş. Arabalara yüklenen eşyalar toplu halde, katar halinde Topolçani istasyonuna getirilmiş. Uğurlamaya gelenlerle göç edenler ağlaşarak birbirlerine veda etmişler. Köyde bir bozgun, bir afet havası esmiş. Birçok ev aynı anda boşalınca köye bir ıssızlık çökmüş. Evlerin geride kalan kedi ve köpekleri boş evlerin kapılarında günlerce ağlaşarak bekleşmişler. Miyavlamaları ve havlamaları yürekleri parçalamış.
Yörük köylerinde keçilerin toplanması gibi, burada da inekler köy meydanında toplanıp kendilerini otlamaya götürecek sırtmaçı (sığırtmaç) bekliyorlar. Köylüler tarafından tutulan sığırtmaçların iyi para aldıkları söylendi.
Yusuf Bey, erkenden kalkmış, damı temizliyor. Burada herkes her işi yapıyor. İş o kadar çok ki, zamana karşı bir yarış olduğunu söylersek abartmamış oluruz.
Bu güzel insanlardan, bizim insanlarımızdan içimiz burkularak ayrıldık. Bizi tanrı misafiri olarak çok güzel ağırladılar. İnşallah biz de onları Türkiye’de ağırlama fırsatı buluruz.
Yusuf Bey ve oğlu Ali, yeni aldıkları Mercedes arabaları ile bizi Manastır’a götürme inceliğinde bulundular. Yusuf Beyin rehberliğinde çok güzel bir Manastır turu yaptık. Çok güzel bilgiler aldık, güzel bir zaman dilimini paylaştık. Bizi Ohri arabasına bindirerek uğurlayan bu değerli hemşerimize, oğluna ve diğer aile fertlerine sonsuz teşekkürler ediyoruz. Tekrar görüşmek dileğimiz tekrarlıyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder