26 Ekim 2023 Perşembe

GAZİ EĞİTİM ENSTİTÜSÜ’NDEN NOTLAR

  1968 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü yetenek sınavında başarılı olarak burada okumaya başladım.


Hayatımda ilk defa sınav için geldiğim Ankara’da liseden tanıdığım arkadaşlarımın yönlendirmesi ile Manisa Öğrenci Yurdunda kaldım.

Ankara’da onlardan başka tanıdığım olmadığı gibi yeteneğinden başka bir gücü olmayan bir gençtim.

Ne bir parti, cemaat ya da tarikat mensubiyeti ne bir “dayı-amca” ne “ahbap çavuş ilişkisi” ne de şimdilerde pek popüler olan bilinen ya da su yüzüne çıkmamış herhangi bir torpil mekanizması. Hiçbir şey!

Bizi kim olduğumuza, nerden geldiğimize bakmadan sadece yeteneğimize göre değerlendiren hocalarımız ne güzel insanlardı, sonsuz minnet ve şükran onlara… Ölenlere rahmet diliyorum.

          Üç yıl boyunca evimiz, yuvamız olacak olan Gazi Eğitim Enstitüsü tarihi binasının temeli, 8 Ağustos 1927 günü Atatürk ve zamanın Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati tarafından atılmış, 1930’da tamamlanmıştır. Mimarı, Mimar Kemalettin Beydir.

İnşa edildiği yıllarda etrafında değil bir bina tek bir ağaç bile bulunmayan, ülkemize ve insanımıza uzun yıllar ışık olacak olan bu taş bina bozkırın ortasında bir pırlanta gibi yükseldi. 


  

Bir yıl önce İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Prehistorya ve Arkeoloji bölümüne devam etmiş, maddi zorluklar nedeniyle çok sıkıntılı bir yıl geçirmiştim. Bu yüzden Gazi’de adeta yeniden dünyaya geldim. Yeme içme derdi yok, barınma deri yok, ders malzemesi derdi yok. Atölyede giyeceğimiz önlüğe kadar her şey veriliyor. Devlet her mali yılbaşında bir devlet memuru maaşı kadar harçlık da veriyor. Bizim Balkan göçmenlerinin bir sözü var; 

“Allah dövlete millete zaval vermesın”.

Bize de gelecekte ülke insanımıza en iyi şekilde hizmet etmek için bu ortamda çok çalışmak düştü. Öyle de yaptık.  

Bu yatılılık sistemi Cumhuriyet döneminin en isabetli uygulamalarından biridir. Bu sistemi düşünüp uygulayanlar ülke şartlarını ve insanını çok iyi bilen gerçek devlet adamları ve idealist aydınlardı. Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkeye ve insanımıza hizmetten başka düşüncesi olmayan, her alandaki bu değerli kadrolara ne kadar teşekkür etsek azdır. Bu sistem kendi imkânları ile okuyamayan memleket çocuklarına okuma ve kendilerini gösterme fırsatı vermiştir. Okula gitme fırsatı bulmuş olmasalardı köylerinde, kendi çevrelerinde kaybolup gidecek olan zeki ve yetenekli çocuklar her dalda üretken kişiler oldular. Bunların içinden ülke çapında, hatta dünya çapında hizmet üreten, eser veren kişiler çıktı.

YAZI DERSİMİZ

Resim bölümünün yazı öğretmeni Hüseyin Özkan’dı. Çok güzel giyinen, ağır başlı, tam bir beyefendi idi. Zaten lakabı “Prens Hüseyin’di” Bütün yazı karakterlerini çok güzel yazardı. Öğretmen okulundan gelenler için yazı dersi kolaydı. Çünkü onlar öğretmen okulundan yazı dersi görerek gelmişti. Benim gibi düz liseden gelenler ise başlarda oldukça zorlandık. Yatılılık sisteminin bir güzel yanı da gece gündüz, tatil günü demeden her an atölyelerde çalışma imkânının olmasıydı. Ben yazı dersindeki eksiğimi tatil günleri de yazı atölyesine gidip çok çalışarak giderdim. Kısa sürede iyi yazmaya başladım.

Yazı dersinde kullandığımız büyük yazı defterlerimiz vardı. Çizgilerini yazı boylarına göre kendimiz çizerdik.

Hüseyin Özkan hocamız yeni bir yazı karakterine başlayacağı zaman öğrencilerin birinin defterini alır, küçük ve büyük harfler olarak alfabeyi oraya yazardı.  Bir müddet sonra örnek alfabeleri benim defterime yazmaya başladı. Alfabeyi bitirdikten sonra her seferinde sonuna “Hüseyin” yazardı. Arkadaşlarım sorardı,

-Hocam, küçük Hüseyin mi, büyük Hüseyin mi? O da her seferinde,

-Fark etmez. Derdi.

          Hüseyin Özkan hocamın defterime yazdığı değişik karakterdeki alfabeleri keserek, kartonlara yapıştırdım ve bir albüm olarak sakladım. Üzerimizde çok emeği olan bu değerli hocamı rahmet ve saygıyla anıyorum.

          Nedense ilk başta kısa bir süre bizim grubun yazı dersine Muammer Bakır hocamız girdi. 

Muammer hocamla çok ilgi çekici bir anım var. Muammer hocam bize tablalı uçla bir yazı çalıştırdı. Sonunda bizden bir söz bulmamızı ve blok halinde bir düzenleme yapmamızı istedi. Hepimiz çok genç ve idealist idik. Kendimize göre düşüncelerimiz vardı ve bize göre en doğrusu kendi düşüncemizdi. Bu yüzden herkes kendi düşüncesini yansıtan bir söz seçiyordu.

          Ben, Turgutlu Lisesinde, son sınıfta iken edebiyat hocamız Salim Örge’nin kompozisyon konusu olarak verdiği “İnançsız kalkan kılıç kesmez” sözünü yazmaya koyuldum. Muammer hoca aramızda dolaşarak neler yazdığımıza bakıyor ve blok konusunda yönlendirme yapıyordu. Yanım gelip yazdığım sözü görünce,

-Ya Şirvan bu devirde inanç mı kaldı. Sen bu sözü bırak başka bir şey bul, dedi. 

Çok şaşırmıştım. Çünkü bu sözü bize kompozisyon konusu olarak veren Salim Örge hocam, din ile hiç ilgisi olmayan, ateist olduğu söylenen ama Cumhuriyet değerlerini savunan çağdaş düşünceye sahip bir insandı. Her kes tarafından sevilip sayılan insani meziyetleri yüksek bir hocamızdı. Sözdeki inanç kelimesini ben de Salim Hocam gibi dini inanç olarak anlamıyordum. Bir işe başlarken o işi başarma inancı olarak anlıyordum. Canım sıkıldı ama yapacak bir şey yoktu. Başka bir söz bularak yeniden yazmaya koyuldum. Biraz sonra Muammer Bey yanıma gelerek,

-Değiştirdin mi, ne yazıyorsun?

-Evet değiştirdim hocam, Taş Kırılır Tunç Erir Fakat Türklük Ebedidir yazıyorum, deyince, duraladı, şöyle bir baktı ve

-Ne halin varsa gör. Diyerek yanımdan uzaklaştı.

          Gençtik, doğru bildiğimiz davranışı, önünü arkasını fazla düşünmeden yapıyor ve savunuyorduk.

          Ben bu sözü yazarken yanımdaki arkadaşım Namık Dikici “Emek En Yüce Değerdir” sözünü blok olarak yazıyordu.

          Atölye ve sınıflarda, yemekhanede, koğuş sistemindeki yatakhanede devamlı beraber oluyorduk. Yani yedi yirmi dört beraberdik. Her düşüncede arkadaşımız vardı. Yatakhanede değişik görüşten kitaplar ortalıkta gezerdi. Ben bu ortamda farklı görüşten çok kitap okudum. Her şeyi usulünce tartışır sonra hep beraber Atatürk Orman Çiftliğine gezmeye giderdik. İsteyen bira içer, isteyen yoğurt ya da dondurma yerdi. Bu hoşgörü ortamı bizim dönemin kaynaşmasını, “Gazi kardeşi” olmamızı sağladı. Tabi her zaman ve her yerde aykırı ve uyumsuz tiplerin olması normaldir. İstisnalar kaideyi bozmaz.

Yatakhane en çok vakit geçirdiğimiz yerdi. Ben her türlü kâğıt oyununu burada öğrendim. Marangozluk benim baba mesleğim olduğu için, ağaç işleri atölyesinde Veysel Erüstün hocam bana makineleri kullanma izni vermişti. Onun da onayını alarak bir tavla kutusu yaptım. Mezun oluncaya kadar yatakhanede bu tavlayı kullandık. Balkanlarda satranç çok yaygın olduğu için babam çok iyi satranç oynardı. Yugoslavya’dan getirdiğimiz çok güzel bir satranç takımımız vardı. Babam bana da daha ilkokulda satranç oynamayı öğretmişti. Bir satranç takımı alarak oynamaya başladık. Kısa sürede çok iyi satranç oynayan arkadaşlarımız oldu.

Bizim dönemin “Gazi kardeşliği” aradan yarım yüz yıl geçmesine rağmen halâ devam ediyor. Ankara Gazi’de, İzmir’de, Eskişehir’de ve Bursa’da olmak üzere dört buluşma gerçekleştirdik. Arkadaşlarımı Bursa’da ağırlamak bana düştü. Sanki dün ayrılmışız gibi kucaklaştık. Öğrencilik yıllarındaki bazı farklılıklarımızın da ortadan kalktığını gördük.

  Aynı kalmayan, kendini yenileyen, yanlışlarını düzeltmeye çalışan insan ne güzel insandır. 

İkinci sınıftan itibaren ülkedeki gelişmelere paralel olarak ideolojik ayrılıklar derinleşti. İşin içine kaba kuvvet ve silah girdi. Bizim dönemde kurulan diyalog bizden sonraki dönemlerde kurulamaz oldu. Karşıt görüşteki öğrenciler birbirini tanıma fırsatı bulamadı. Ortam buna engel oldu. Önyargı ile birbirlerini doğrudan hasım olarak gördüler. Okula yeni gelmiş bir öğrenci, okula egemen olan sol görüşe uymayan düşüncelerini söyledi diye dövülüp okuması bile engellendi. Tatsız olaylar yaşandı. Benzer yanlışlıklar Ülkücülerin egemen olduğu okullarda sol görüşlü öğrencilere yapıldı.

Sonunda ne oldu, Türkiye kaybetti. Yıllarımız ve enerjimiz heba oldu. Daha kötüsü bir çok değerli insanımızı kaybettik. Sonunda bu dönemde Solcuların egemen olduğu okullarda Solculara, Ülkücülerin egemen olduğu okullarda Ülkücülere şirin görünen Siyasal İslamcılılar iktidar oldu. Atatürk, Cumhuriyet ve Türklük düşmanlığı tavan yaptı. Emek değersizleştirildi. Hukuk yozlaştırıldı. Çağdaş hayat saldırıya uğradı. Ülkemiz kültürel ve ekonomik açıdan çok gerilere gitti.

Asla ümitsiz değilim. Çok güzel gelişme ve uyanışların olduğunu görüyorum. Rahmetli arkadaşım Namık Dikici’nin yazdığı “Emek En Yüce Değerdir” ile benim yazdığım “Taş Kırılır Tunç Erir Fakat Türklük Ebedidir” sözlerinde ifadesini bulan fikirlerin farklı görüşteki aydınlar tarafından birlikte savunulmasını diliyor ve umuyorum.

 Dünya görüşü, ideolojisi ne olursa olsun milletimizin ve ülkemizin geleceğini düşünen bütün aydınlarımızın Cumhuriyet değerlerine sahip çıkması ne güzel olur.  

GAZİ’DE SABAH


Hayatım boyunca bir yere bir işe yetişmek için hep erken kalktım, ya da kaldırıldım. Gazi Eğitim’de öğrenciyken de özellikle bahar aylarında çok erken kalkardım. Herkes uykudayken yatakhaneden çıkar bir daha dönmezdim. İşim olan atölyelerden birine gider çalışırdım.  Bahar aylarında havalar uygun olduğu zaman atölyelerimizden geçişi olan balkonlardan birine geçer kahvaltı saatine kadar orada oturur temiz havayı ciğerlerime doldurarak her türlü ağaç ve çiçeğin olduğu bahçeyi seyrederdim. Bazen yanıma aldığım bir kitabı okur bazen de üzerinde çalıştığım bir işle uğraşırdım.

Bu anlar benim için çok değerli ve özeldi. Hem de nerede idim, Ankara’nın göbeğinde tarihi Gazi Eğitim Enstitüsü binasının bir balkonunda. O dönemde değil yıllarca, birkaç gün bile böyle bir yerde kalmaya gücümüz yetmezdi. Beşevler, Kültürpark, Gar, Atatürk Orman Çiftliği hatta Kızılay, Ulus bile bizim için yürüme mesafesindeydi. O zamanın güzel Ankara’sını doya doya yaşadık. Otobüse pek binmez, her yere yürüyerek giderdik. Zaten benim gibi çoğu öğrencinin otobüse verecek parası yoktu.

En büyük eğlencemiz öğrenci indirimi ile bir lira olan sinemaydı. Her yere kızlı erkekli gruplar halinde güle oynaya giderdik. Özellikle sinemanın akşam seansına kız arkadaşlarımız yalnız başına gitmez, bizden kendileri ile gelmemizi isterlerdi. Biz de onlara eşlik ederdik. Bahçelievler’de Arı sineması bizim zamanımızda açıldı. Oraya da yürüyerek giderdik. Her zaman sinemaya verecek paramız olmazdı. O an parası olanlar, olmayanlara takviye yapardı. Kardeşçe bir güven, hesapsız sevgi, saygı ve paylaşım vardı. Biz Gazi kardeşiydik. Hala da öyleyiz.

Bir de Kızılay’a Devlet Resim ve Heykel Galerisindeki sergi açılışlarına kızlı erkekli gruplar halinde giderdik. Sergiden sonra Ulus’a kadar yürür buradaki Antep kebapçısında Ezogelin çorbası içerdik. Paramız olduğunda Adana kebabı yediğimiz de olurdu. Sonra Gençlik Parkı’na doğru yönelir, yürüyerek yuvamıza dönerdik. Şimdi düşünüyorum da nasıl güzel anlar yaşamışız. 

Hayali cihan değer” dediklerinden…    

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder