Ankara’da onlardan başka
tanıdığım olmadığı gibi yeteneğinden başka bir gücü olmayan bir gençtim.
Ne bir parti, cemaat ya da tarikat mensubiyeti ne bir “dayı-amca” ne “ahbap çavuş ilişkisi” ne de şimdilerde pek popüler olan bilinen ya da su yüzüne çıkmamış herhangi bir “torpil mekanizması.” Hiçbir şey!
Bizi kim
olduğumuza, nerden geldiğimize bakmadan sadece yeteneğimize göre değerlendiren
hocalarımız ne güzel insanlardı, sonsuz minnet ve şükran onlara… Ölenlere
rahmet diliyorum.
Üç yıl
boyunca evimiz, yuvamız olacak olan Gazi Eğitim Enstitüsü tarihi binasının
temeli, 8 Ağustos 1927 günü Atatürk ve zamanın Milli Eğitim Bakanı Mustafa
Necati tarafından atılmış, 1930’da tamamlanmıştır. Mimarı, Mimar Kemalettin
Beydir.
Bir yıl önce İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Prehistorya ve Arkeoloji bölümüne devam etmiş, maddi zorluklar nedeniyle çok sıkıntılı bir yıl geçirmiştim. Bu yüzden Gazi’de adeta yeniden dünyaya geldim. Yeme içme derdi yok, barınma deri yok, ders malzemesi derdi yok. Atölyede giyeceğimiz önlüğe kadar her şey veriliyor. Devlet her mali yılbaşında bir devlet memuru maaşı kadar harçlık da veriyor. Bizim Balkan göçmenlerinin bir sözü var;
“Allah
dövlete millete zaval vermesın”.
Bize
de gelecekte ülke insanımıza en iyi şekilde hizmet etmek için bu ortamda çok
çalışmak düştü. Öyle de yaptık.
Bu
yatılılık sistemi Cumhuriyet döneminin en isabetli uygulamalarından biridir. Bu
sistemi düşünüp uygulayanlar ülke şartlarını ve insanını çok iyi bilen gerçek
devlet adamları ve idealist aydınlardı. Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkeye ve
insanımıza hizmetten başka düşüncesi olmayan, her alandaki bu değerli kadrolara
ne kadar teşekkür etsek azdır. Bu sistem kendi imkânları ile okuyamayan
memleket çocuklarına okuma ve kendilerini gösterme fırsatı vermiştir. Okula
gitme fırsatı bulmuş olmasalardı köylerinde, kendi çevrelerinde kaybolup
gidecek olan zeki ve yetenekli çocuklar her dalda üretken kişiler oldular.
Bunların içinden ülke çapında, hatta dünya çapında hizmet üreten, eser veren
kişiler çıktı.
YAZI
DERSİMİZ
Resim
bölümünün yazı öğretmeni Hüseyin Özkan’dı. Çok güzel giyinen, ağır başlı, tam
bir beyefendi idi. Zaten lakabı “Prens Hüseyin’di” Bütün yazı karakterlerini
çok güzel yazardı. Öğretmen okulundan gelenler için yazı dersi kolaydı. Çünkü
onlar öğretmen okulundan yazı dersi görerek gelmişti. Benim gibi düz liseden
gelenler ise başlarda oldukça zorlandık. Yatılılık sisteminin bir güzel yanı da
gece gündüz, tatil günü demeden her an atölyelerde çalışma imkânının olmasıydı.
Ben yazı dersindeki eksiğimi tatil günleri de yazı atölyesine gidip çok
çalışarak giderdim. Kısa sürede iyi yazmaya başladım.
Yazı
dersinde kullandığımız büyük yazı defterlerimiz vardı. Çizgilerini yazı
boylarına göre kendimiz çizerdik.
Hüseyin
Özkan hocamız yeni bir yazı karakterine başlayacağı zaman öğrencilerin birinin
defterini alır, küçük ve büyük harfler olarak alfabeyi oraya yazardı. Bir müddet sonra örnek alfabeleri benim
defterime yazmaya başladı. Alfabeyi bitirdikten sonra her seferinde sonuna
“Hüseyin” yazardı. Arkadaşlarım sorardı,
-Hocam, küçük Hüseyin mi,
büyük Hüseyin mi? O da her seferinde,
-Fark etmez. Derdi.
Hüseyin Özkan hocamın defterime yazdığı değişik
karakterdeki alfabeleri keserek, kartonlara yapıştırdım ve bir albüm olarak
sakladım. Üzerimizde çok emeği olan bu değerli hocamı rahmet ve saygıyla
anıyorum.
Nedense ilk başta kısa bir süre bizim grubun yazı dersine
Muammer Bakır hocamız girdi.
Muammer
hocamla çok ilgi çekici bir anım var. Muammer hocam bize tablalı uçla bir yazı
çalıştırdı. Sonunda bizden bir söz bulmamızı ve blok halinde bir düzenleme
yapmamızı istedi. Hepimiz çok genç ve idealist idik. Kendimize göre
düşüncelerimiz vardı ve bize göre en doğrusu kendi düşüncemizdi. Bu yüzden
herkes kendi düşüncesini yansıtan bir söz seçiyordu.
Ben, Turgutlu Lisesinde, son sınıfta iken edebiyat hocamız
Salim Örge’nin kompozisyon konusu olarak verdiği “İnançsız kalkan kılıç kesmez”
sözünü yazmaya koyuldum. Muammer hoca aramızda dolaşarak neler yazdığımıza
bakıyor ve blok konusunda yönlendirme yapıyordu. Yanım gelip yazdığım sözü
görünce,
-Ya Şirvan bu devirde inanç mı
kaldı. Sen bu sözü bırak başka bir şey bul, dedi.
Çok
şaşırmıştım. Çünkü bu sözü bize kompozisyon konusu olarak veren Salim Örge
hocam, din ile hiç ilgisi olmayan, ateist olduğu söylenen ama Cumhuriyet
değerlerini savunan çağdaş düşünceye sahip bir insandı. Her kes
tarafından sevilip sayılan insani meziyetleri yüksek bir hocamızdı. Sözdeki
inanç kelimesini ben de Salim Hocam gibi dini inanç olarak anlamıyordum. Bir
işe başlarken o işi başarma inancı olarak anlıyordum. Canım sıkıldı ama yapacak
bir şey yoktu. Başka bir söz bularak yeniden yazmaya koyuldum. Biraz sonra
Muammer Bey yanıma gelerek,
-Değiştirdin mi, ne yazıyorsun?
-Evet değiştirdim hocam, Taş
Kırılır Tunç Erir Fakat Türklük Ebedidir yazıyorum, deyince, duraladı, şöyle
bir baktı ve
-Ne halin varsa gör. Diyerek
yanımdan uzaklaştı.
Gençtik, doğru bildiğimiz davranışı, önünü arkasını
fazla düşünmeden yapıyor ve savunuyorduk.
Ben bu sözü yazarken yanımdaki arkadaşım Namık Dikici “Emek
En Yüce Değerdir” sözünü blok olarak yazıyordu.
Atölye ve sınıflarda, yemekhanede, koğuş sistemindeki
yatakhanede devamlı beraber oluyorduk. Yani yedi yirmi dört beraberdik. Her
düşüncede arkadaşımız vardı. Yatakhanede değişik görüşten kitaplar ortalıkta
gezerdi. Ben bu ortamda farklı görüşten çok kitap okudum. Her şeyi usulünce
tartışır sonra hep beraber Atatürk Orman Çiftliğine gezmeye giderdik. İsteyen
bira içer, isteyen yoğurt ya da dondurma yerdi. Bu hoşgörü ortamı bizim dönemin
kaynaşmasını, “Gazi kardeşi” olmamızı sağladı. Tabi her zaman ve her yerde
aykırı ve uyumsuz tiplerin olması normaldir. İstisnalar kaideyi bozmaz.
Yatakhane
en çok vakit geçirdiğimiz yerdi. Ben her türlü kâğıt oyununu burada öğrendim.
Marangozluk benim baba mesleğim olduğu için, ağaç işleri atölyesinde Veysel
Erüstün hocam bana makineleri kullanma izni vermişti. Onun da onayını alarak
bir tavla kutusu yaptım. Mezun oluncaya kadar yatakhanede bu tavlayı kullandık.
Balkanlarda satranç çok yaygın olduğu için babam çok iyi satranç oynardı.
Yugoslavya’dan getirdiğimiz çok güzel bir satranç takımımız vardı. Babam bana
da daha ilkokulda satranç oynamayı öğretmişti. Bir satranç takımı alarak
oynamaya başladık. Kısa sürede çok iyi satranç oynayan
arkadaşlarımız oldu.
Bizim
dönemin “Gazi kardeşliği” aradan yarım yüz yıl geçmesine rağmen halâ devam
ediyor. Ankara Gazi’de, İzmir’de, Eskişehir’de ve Bursa’da olmak üzere dört
buluşma gerçekleştirdik. Arkadaşlarımı Bursa’da ağırlamak bana düştü. Sanki dün
ayrılmışız gibi kucaklaştık. Öğrencilik yıllarındaki bazı farklılıklarımızın da
ortadan kalktığını gördük.
Aynı kalmayan, kendini yenileyen,
yanlışlarını düzeltmeye çalışan insan ne güzel insandır.
İkinci
sınıftan itibaren ülkedeki gelişmelere paralel olarak ideolojik ayrılıklar
derinleşti. İşin içine kaba kuvvet ve silah girdi. Bizim dönemde kurulan
diyalog bizden sonraki dönemlerde kurulamaz oldu. Karşıt görüşteki öğrenciler
birbirini tanıma fırsatı bulamadı. Ortam buna engel oldu. Önyargı ile
birbirlerini doğrudan hasım olarak gördüler. Okula yeni gelmiş bir öğrenci,
okula egemen olan sol görüşe uymayan düşüncelerini söyledi diye dövülüp okuması
bile engellendi. Tatsız olaylar yaşandı. Benzer yanlışlıklar Ülkücülerin egemen
olduğu okullarda sol görüşlü öğrencilere yapıldı.
Sonunda
ne oldu, Türkiye kaybetti. Yıllarımız ve enerjimiz heba oldu. Daha kötüsü bir çok değerli insanımızı kaybettik. Sonunda bu
dönemde Solcuların egemen olduğu okullarda Solculara, Ülkücülerin egemen olduğu
okullarda Ülkücülere şirin görünen Siyasal İslamcılılar iktidar oldu. Atatürk,
Cumhuriyet ve Türklük düşmanlığı tavan yaptı. Emek değersizleştirildi. Hukuk
yozlaştırıldı. Çağdaş hayat saldırıya uğradı. Ülkemiz kültürel ve ekonomik
açıdan çok gerilere gitti.
Asla
ümitsiz değilim. Çok güzel gelişme ve uyanışların olduğunu görüyorum. Rahmetli
arkadaşım Namık Dikici’nin yazdığı “Emek En Yüce Değerdir” ile benim yazdığım
“Taş Kırılır Tunç Erir Fakat Türklük Ebedidir” sözlerinde ifadesini bulan fikirlerin
farklı görüşteki aydınlar tarafından birlikte savunulmasını diliyor ve umuyorum.
Dünya görüşü, ideolojisi ne olursa olsun milletimizin
ve ülkemizin geleceğini düşünen bütün aydınlarımızın Cumhuriyet değerlerine sahip
çıkması ne güzel olur.
GAZİ’DE
SABAH
Bu
anlar benim için çok değerli ve özeldi. Hem de nerede idim, Ankara’nın
göbeğinde tarihi Gazi Eğitim Enstitüsü binasının bir balkonunda. O dönemde
değil yıllarca, birkaç gün bile böyle bir yerde kalmaya gücümüz yetmezdi.
Beşevler, Kültürpark, Gar, Atatürk Orman Çiftliği hatta Kızılay, Ulus bile
bizim için yürüme mesafesindeydi. O zamanın güzel Ankara’sını doya doya
yaşadık. Otobüse pek binmez, her yere yürüyerek giderdik. Zaten benim gibi çoğu
öğrencinin otobüse verecek parası yoktu.
En
büyük eğlencemiz öğrenci indirimi ile bir lira olan sinemaydı. Her yere kızlı
erkekli gruplar halinde güle oynaya giderdik. Özellikle sinemanın akşam
seansına kız arkadaşlarımız yalnız başına gitmez, bizden kendileri ile
gelmemizi isterlerdi. Biz de onlara eşlik ederdik. Bahçelievler’de Arı sineması
bizim zamanımızda açıldı. Oraya da yürüyerek giderdik. Her zaman sinemaya
verecek paramız olmazdı. O an parası olanlar, olmayanlara takviye yapardı. Kardeşçe
bir güven, hesapsız sevgi, saygı ve paylaşım vardı. Biz Gazi kardeşiydik. Hala
da öyleyiz.
Bir de Kızılay’a Devlet Resim ve Heykel Galerisindeki sergi açılışlarına kızlı erkekli gruplar halinde giderdik. Sergiden sonra Ulus’a kadar yürür buradaki Antep kebapçısında Ezogelin çorbası içerdik. Paramız olduğunda Adana kebabı yediğimiz de olurdu. Sonra Gençlik Parkı’na doğru yönelir, yürüyerek yuvamıza dönerdik. Şimdi düşünüyorum da nasıl güzel anlar yaşamışız.
“Hayali cihan değer”
dediklerinden…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder