20 Nisan 2014
tarihinde televizyon kanallarının birinde Alaettin Yayıntaş hakkında bir
program yayınlandı. Katılımcılar, araştırmacı- yazar diye tanıtılan Tuğçe Tuna
Hanım, Alaettin Yayıntaş’ın oğlu ve iki yandaşından oluşuyordu. Programı sunan
kişiyle önceden planlanan bir ortaoyunu oynandı adeta... “Hz.(!) Alaettin Yayıntaş”
veya “Alaettin Yayıntaş hazretleri” (!)hitaplarını duyunca çok şaşırdık doğrusu...
Bir kişiye hazret demekle hazret olunsa ortalık hazretten geçilmez. İnanıyorum
ki bu kutsama hitapları bu kişiden zarar gören ve bu kişinin içyüzünü bilen
insanların vicdanlarını yaralamıştır. İşin bir diğer yönü de bu şekilde
araştırılmadan yapılan yayınların, bize “hazret”
diye sunulan başka kişiler hakkında da şüpheye düşmemize sebep olmasıdır.
Makedonya’nın Dorfullu köyünde, İzmir’den gelen kişilerce huşu içinde ziyaret
edilen bir türbe görmüştüm. Bu kişiler gittikten sonra, ömrü boyunca bu köyde
yaşamış olan bir dostuma:
-Kim bu şeyh
be aga?
diye sorduğumda:
-Ne şeyhi be, şeyh magiya (büyü) yapar mı, o şeyh
değil, şerdir.
cevabını vermişti.
Biz Makedonya Köprülü
göçmenlerinin söyleyişi ile Aleydin Baba,
hazret olursa herkes hazret olur diye düşünüyorum. Ölmüş bir insan neyi ile
araştırılır ve değerlendirilir. Tabi ki bıraktığı eserleri ile… Mürşit olduğunu
ileri süren bir insanın geride çok değerli eserler bırakması gerekir. Bunlar,
yazılı eserler olabilir, hayırlı, eğitimli, her yönüyle örnek evlatlar olabilir,
irşat ettiği örnek insanlar olabilir. Herkes tarafından takdir edilen, örnek
bir hayat olabilir. Kanaatimce bunların
hiç biri yoktur. Alaettin Yayıntaş’ı
araştırdığını söyleyen Tuğçe Tuna Hanıma ilk elde şunları sormak gerekir:
Bu adamın hangi
eserini araştırmış, araştırmaya değer bir eserini mi bulmuş, iki mısra şiiri,
iki satır yazısı mı var? Onda değil iki satır şiir, iki satır yazı yazma,
herhangi bir metni okuma beceri ve algısı bile yoktu.
Sahip olduğu (mensuplarının
ona sunduğu) çok geniş maddi imkânlara rağmen okutup örnek insan olarak
yetiştirdiği tek bir evladı var mı acaba? Araştırmacı hanımın tek tek
inceleyerek bu soruya cevap bulması gerekir. Benim bildiğim kadarıyla okumuş
meslek sahibi olmuş tek bir evladı bile yoktur. Bildiğim kadarıyla evlatları
onun yolundan giderek, aynı onun gibi mensuplarından topladıkları paralarla
geçinmektedirler.
Alaettin Yayıntaş,
ömrü boyunca bir gün bile çalışmadan çok geniş maddi imkânlara ve mallara sahip
olmuş bir insandır. Tek özelliği Makedonya’daki “Köprülü Derbent Halveti Dergâhının” varisi olmasıdır. Bu konumunu
çok iyi istismar ederek müreffeh bir ömür sürmüş tam bir sosyete hayatı
yaşamıştır. Mensuplarına “bir lokma bir hırka” anlayışını dayatırken kendisi
lüksün en katmerlisini kullanmıştır. Din istismarcılığı ile insanları
sömürmesini çok iyi becermiştir. Allah ile aldatma deniyor ya, o da “Hak erenler” diyerek insanları
aldatmıştır. Bunu yaparken boğazına kadar kul hakkına ve şirke battığını rahatlıkla
söyleyebilirim. Dedesi bu kişinin çok yakını olan ve ölünceye kadar ona hizmet
eden bir hemşerimin çocukluk hatırası ibret vericidir:
-Çocukken, Alaettin Yayıntaş’ın bayramlarda el öptürerek
para toplaması bana ters gelirdi. Biz çocuklar el öperek büyüklerimizden bayram
parası toplarken “Aleydin Baba” ( çevreden anlaşılmasın diye “dayı” deniyordu)
el öptürerek para topluyordu. Elini öpenler ona para veriyordu.”
Onun yanlışlarını
görüp ayrılan Hüseyin dede (Hüseyin Samtaş):
-Yugoslavya’dan
göç ederek Tito’nun ağır “porezlerinden” (vergilerinden) kurtulduk, şimdi bu adamdan ayrılarak para vermekten,
yani bunun da vergilerinden kurtulmuş olduk diyordu.
Kendinde insanüstü
güçler olduğunu, çevresine inandırmış insanları kendine bağlamıştır. 1968’de
İstanbul Üniversitesinde okurken, aynı üniversitede Tarih bölümü öğrencisi, Makedonya’nın Kişina köyünden Ali isimli bir hemşerimin
ölen babası için:
-Ben
babamın kesin cennete gittiğine inanıyorum, çünkü ölürken Allah’ı yanında idi. demişti.
-Allah herkesin
yanında değil mi?
dediğimde,
-Ama babam ölürken
mürşidi Alaettin Yayıntaş yanında idi, onun için babam kesin cennete
gidecektir”
cevabını vermişti.
Makedonya’nın Cumali
köyünden Mefail aganın oğluna göçmenliğin ilk yıllarında yapılan penisilin
iğnesi, alerji yaptığı için ölümüne sebep olmuştu. Çocuğun annesinin, bu sırada
oraya gelen Alaettin Yayıntaş’ın ellerine sarılarak “kurtar babacığım” diyerek bu faniden medet umması çocuk hafızamda
derin izler bırakmıştı. Etrafındakilere, kendini Allah’ın vasıflarına sahip
biri olarak göstermiş, onları korku ile karışık duygularla kendine bağlamıştır.
Onu eleştirenlere “aman çarpılırsın”
diyen birçok insana bu gün bile rastlamak mümkündür. Hatta onu eleştirenler,
adamları tarafından kıstırılıp dersleri verilerek korkutulmuştur. Bazı konuları,
zamanında bu kişiden zarar görmüş masum insanlar rencide olur diye yazamıyorum.
Ama Tuğçe Tuna Hanım isterse özel olarak oturup kendisine ayrıntılı şekilde
anlatabilirim.
Yugoslavya’dan
geldikten kısa bir süre sonra, Alaettin Yayıntaş sözde bir dergâh, aslında lüks
bir malikâne inşaatına girişti. Parası yoktu ama dergâhları Makedonya’da kalmış
göçmen mensupları vardı. Göçmenler, kendileri kira evlerinde, tarla damlarında
oturmalarına, yoksulluk içinde kıvranmalarına rağmen Alaettin Yayıntaş’a ev
yapmak için seferber oldular. Onlara göre bu dergâha bir katkıda bulunmak çok
önemli manevi bir görevdi. Bunu yaparak cennetlerini de kazanacaklarına
inandırılmışlardı. İlkokula gittiğim yıllardı, İzmir’de oturuyorduk. Rahmetli
babam Abbas Şirvan ve amcaoğlu Teki Şirvan İzmir’in Mersinli semtindeki marangoz
dükkânlarını kapatarak bu binanın doğramalarını bitirinceye kadar Turgutlu’da
çalıştılar. Yaz tatili olduğu için ben de onlarla beraber bu binanın
doğramaları için çalıştım.
Daha sonra
Turgutlu’ya taşınınca bu adamın içyüzünü, yanlışlarını, dine, ahlaka uymayan
davranışlarını gören babam onu terk etti. Ömrü boyunca hemşerilerimizi bu
adamın tasallutundan kurtarmak için bildiklerini herkese anlatmayı bir görev
bildi. Yapılan binada, o zamana göre çok lüks malzemeler kullanıldı.
“Bir lokma bir hırka” prensibine hiç uymayan lüks bir yapı
ortaya çıktı. Bir müddet sonra, göçmenliğin her türlü zorluğunu yaşamalarına
rağmen bütün mensuplarının katkıları ile yapılan, kendisinin hiçbir emeği, hiçbir
katkısı olamayan bu mekânı cemaat dışında birilerine satarak İzmir’e taşınmakta
hiçbir sakınca görmedi. Çünkü o, sözü tartışılamayan sözde manevî sultandı. Karşıyaka’da
inşa ettirdiği apartman dairelerine yerleşti.
Alâeddin Yayıntaş
hayatı boyunca tam bir artist hayatı yaşadı. Hazret gerçekten iyi içerdi. Ne
içtiğine gelince, gazoz içmezdi herhalde. Ailesi ile birlikte hiçbir zaman
modanın gerisinde kalmadı. Hayatında bir gün bile çalışmadı. Gençler arasında
adı “haylaz” ve göçmen söyleyişinde
aynı anlama gelen “aynaji (aynacı)” idi.
Maddi manevi hiçbir şey üretmedi; hep başkalarının kazandıklarını tüketti.
Böyle olduğu halde lüks içinde yaşayıp Turgutlu’da geniş arazilerin, İzmir’de
apartman dairelerinin sahibi oldu. Çünkü mensupları onu besledi.
Yalnız bayramlarda değil
her vesile ile para topladı. Tarikat içinde okunan Vird’i Settarı defalarca
bastırarak yüksek ücretlerle sattı. Para toplamak için her değeri kullandı.
Yetmedi Köprülü’deki babasının ve dedelerinin mezarlarının da bulunduğu tarihi “Köprülü Derbent Halveti Dergâhını” da Hıristiyanlara
sattı. Hem de Türkiye’ye göçtükten yıllar sonra Makedonya’ya giderek bu satışı
gerçekleştirdi. Son on yılda Makedonya’ya on iki defa gittim. Makedonya’nın her
tarafını, en ücra Türk köylerini ve bizim köylerimizi defalarca gezdim. Köprülü’ye
yaptığım ilk gezide, hemen tarihi Derbent Halveti Dergâhını aradım. Maalesef hayal kırıklığına uğradım.
![]() |
Köprülü Derbent Halveti Dergahının Potok Deresinin Bugünkü Hali |
Alâeddin Yayıntaş asırlık
Derbent Dergâhını Hıristiyanlara satmış. Potok deresinin yamacındaki tekkenin
yerinde şimdi Hıristiyanların yaşadığı birkaç ev bulunuyor. Tarihi Dergâhta
Hıristiyanların yaşadığını üzülerek gördüm. Tarihi yapının yağmalandığını, çok
değerli hat levhalarının, tabloların, kitapların çeşitli yerlere dağıtıldığını,
Ahmet Babanı kabri ile diğer asırlık kabirlerin yıkılıp yok edildiğini büyük
bir üzüntüyle anlatan buradaki Türklerden öğrendim. Binaları ve içindeki paha
biçilmez eserleri ile bir vakıf olarak yaşatılması mümkün iken dünyanın kara
parasına feda edilen bu tarihi yapı için ben de çok üzüldüm. Bu güzel mekânda
yaşanan yüzlerce yıllık hatıranın bir çırpıda yok sayılması çok acı. Burada bizim ve daha birçok kişinin
hatıraları vardı. Buraları satan o kişi, bir mülkü değil, buraya bağlı olanlarla
birlikte, kendi tarihini, madde ile birlikte manalarını da paraya değiştiğinin
farkına varmamış ne yazık ki. Mürşitlik iddiasındaki bir kişinin paraya bu
kadar tapması ibret vericidir. Yaşlı bir Makedon kadının dergâhta geçirdiği
güzel günleri, turşu ve tarhana yapmalarını hasretle anıp ağlaması bizi çok
duygulandırdı.
![]() |
Sağ tarafta dergahtan kalan duvar |
“-Ben evimden baktığım zaman Ahmet Babanın mezarını görüyordum, şimdi göremiyorum” diyerek eski
Müslüman komşusu için üzülen bir Hıristiyan kadın… Bu vefalı davranış, onun
kalitesini ve onda bu duyguyu yaratan Şeyh Ahmet Babanın insanî kalitesini
gösteriyor.
Bu tarihi kurum
yaşatılsa idi, buralardan Türkiye’ye göçmüş olan bizler ve bizden sonraki
nesiller için Köprülü’ye gelme sebebi olurdu. Sadece bu olay bile Ahmet Babanın
oğlu Alâeddin’in maneviyat için değil maddiyat için yaşadığını açıkça
göstermektedir. Dervişleri ömür boyu onu paraya boğmalarına rağmen, babasının
ve dedelerinin mezarlarını bile satan bir insandan ne beklenir? Böyle bir
insandan iyilik sadır olur mu?
![]() |
Üstte dergahtan kalan küçük kapı |
Bu yüzden bana göre, Köprülü
Derbent Halveti Dergâhının son şeyhi, Şeyh Ahmet Babadır ve onunla dergâh
ömrünü tamamlamıştır. Şeyh Mehmet babanın, Köprülü’nün güneyinde bulunan
Demirkapı yakınlarındaki Koşarka köyünde yaşayan Şeyh Mustafa babadan hilafet
alarak 18. Asrın başlarında kurduğu dergâh, Şeyh Ahmet Babanın 1950 yılında
ölmesi ile son bulmuştur. İnsanların yaptığı, ortaya koyduğu her şey fanidir.
Yani belli bir ömürleri vardır ve bir gün son bulurlar. Dergâhlar da insanlar
tarafından oluşturulan kurumlardır. Yüce düşüncelerle kurulurlar, faydalı işler
görerek yükselirler, duraklarlar sonra da düşüşe geçince görevlerini tamamlayarak
son bulurlar. Burada da öyle olmuştur. Baki olan Allah’tır.
Şimdi artık tarih olmuş bu kurumu
Alaettin Yayıntaş’ın, ne dinî ne de dünyevi hiçbir eğitimi olmayan oğlu Hasan
Şükrü devam ettirmeye çalışıyor; “artık
mürşit benim” diyor. Mürşit irşat
edendir, aydınlatandır, yol gösterendir. Bir insanın bunları yapabilmesi için
bilgi ile donanarak, ruh olgunluğuna erişmiş olması ve örnek bir hayat yaşaması
gerekir. Hasan Şükrü’de bunların hiçbiri yoktur. Öncelikle geçimini sağlayacak
bir mesleğe sahip değildir. Zaten böyle bir gayreti hiçbir zaman olmamıştır.
Nasılsa onu besleyen, istediği zaman para veren kandırılmış insanlar var. Duyduğum
kadarıyla dervişlerini borçlandırarak büyük bir market teşebbüsü oldu. Ama
ticaretin kuralları şeyh, mürşit tanımadığı için kısa sürede iflas ettiler.
Kendisi sadece kâra ortak olduğu için, evlerini bankalara ipotek ettiren bazı
dervişlerinin evleri icra yoluyla satıldı. Yıllarca didinip çalışarak elde
edilen mallar bu şahsın doymak bilmeyen dünyevî hırsları yüzünden yitip gitti. Tabi
kendisi bir şey kaybetmedi; kaybeden hep teslimiyetle ona bağlananlar oldu.
Hasan
Şükrü’nün başka türlü zaaflarının da olduğunu İstanbul’da düğünlerde müzik
yapan bir ahbabım anlattı: Hasan Şükrü, İstanbul’da bir göçmen düğününde içkiyi
fazla kaçırıp uygunsuz davranışlarda bulununca gençler tarafından tartaklanmak
istenmiş, oradan apar topar kaçırılmış. Bu yaşananlar yüzünden şimdi bu semte
gidemediği de önemli bir hakikat...
Sadece kendi
bağlılarının bulunduğu kapalı toplantılarda hurafelerle dolu yalan yanlış
rivayetlerle kendilerinde keramet olduğunu anlatıp etrafında kalmış bir avuç
insanı tutmağa çalışmaktadır. Ne kendisi ne de babası Alaettin Yayıntaş, hiçbir
dini bilgiye sahip değillerdir. Başta, Kur’an
bilgisinden çok uzaklar. Hiçbir İslâmî bilgiye sahip değiller. Bu konuda hiçbir
eğitimleri yok, kulaktan dolma yalan yanlış rivayetlerle işi götürüyor.
Maalesef, bu adamın peşinden giderek cenneti bulacaklarına inanan birkaç
akrabam ve hemşerim halâ var.
Hasan Şükrü’nün
şimdiye kadar kaç siyasi partiye üye olduğunu sayın araştırmacı Tuğçe Tuna
Hanımın araştırmasını rica ediyorum. Menfaati için ne zikzaklar çizdiğini
göreceğinden eminim. Yakın zamanda “Muaviye
ve Yezit” takımı dedikleri anlayışla, şimdi menfaatleri gereği kol kola
olmaktan hiç çekinmiyorlar. Namazı ve orucu yıllar önce terk ettikleri için,
namaz kılmasını bilmeyen mensuplarına şimdilerde siyasi ortam gereği namaz
öğretilmeye başlanmış. Aslında bu güzel bir gelişme olarak görülebilir ama
Allah’ın emri olduğu için değil, çevreye uyum için, çıkarları zedelenmesin diye
namaz kılmanın kime ne hayrı olur? Annesinin cenazesinde bile camiye girmeyen
insanlar gördüm. Şimdi bilhassa çevreye olumlu görünmek için mensuplarının,
Cuma namazlarına gitmeleri ve cenazelerde camiye girmeleri emredilmiş.
Televizyon programını
seyredenler, konuşulanlardan ortada hiçbir şey olmadığını görmüşlerdir zaten…
Uydurma, akıl ve mantık dışı birkaç söylentiden başka ne anlatıldı? Keşke Tuğçe
Tuna Hanım, o adama biat etmiş kişilerden, başka kişilerle de konuşmuş olsa
idi. Tarafsız olarak gerçeği bulma niyetinde olan araştırmacılar böyle
yaparlar. Herkesle konuşurlar. İnandığı yanlışları, gerçek diye ortaya koyma
gayreti araştırmacılık değildir.
Makedonya’ya yaptığım
gezilerden birinde Ohri’deki Hayati Baba Halveti tekkesine sabah namazına
gittik. Namazdan sonra yazlık kahve ocağında tekkenin “dedesinin” pişirdiği kahvelerimizi içerek şeyhle kısa bir sohbet
yaptık. Sohbetten sonra şeyh ve diğerleri çıkıp gittiler. Emekli olan İbrahim
Dede “oturun size taze kahve yapayım”
deyince, gazete bayii işleten İsmail Arif amca ile birlikte oturup sohbeti ettik.
Bir ara, İbrahim Dedeye:
-İbrahim
Dede, şeyh efendi şimdi uyumaya mı gitti diye sordum. Bu soruma çok şaşırdı:
-Niçin
be uyumaya gitsin, uyursa çocuklarına kim ekmek götürecek, işine gitti dedi.
-Şeyh
efendi ne iş yapıyor?
-
İnşaat ustası.
-İbrahim
Dede, kusura bakma biz herhangi bir işte çalışan şeyh görmediğimiz için sordum.
Türkiye’de bizim tanıdığımız şeyhler hiç çalışmazlar. Zaten sabah namazına
kalkmazlar. Bir sebeple kalkarlarsa daha sonra yatıp öğleye kadar uyurlar.
Onlar dervişlerinden topladıkları paralarla yağlı ballı geçinirler. İbrahim
dede çok şaşırdı.
-Abe
nice şeyhmiş onlar, öyle şeyh olmaz. Onlar sahte şeyhlerdir.
Onlar
“sahte şeyhtir” de bu sistem günümüz
gerçekleriyle ne kadar uyumludur, günümüz dünyasında irşadın, ilim sahibi
olmanın, yetişmenin, yetiştirmenin, kişisel ve toplumsal gelişmenin,
dayanışmanın, birlik olmanın yegâne şartı bir kula, bir faniye bağlanmak mıdır?
Şu sıralar çokça işittiğimiz “zamanın
ruhunun” bu konuda çok farklı şeyler söylediğini fark etmek, o kadar da zor
değil kanaatindeyim.
Üsküp
Rufai dergâhı şeyhi, aynı zamanda Tefeyyüz İlköğretim okulunda öğretmen olan
şey Haydar baba, 1983’te Türkiye’den gelen bir misafirine:
-Muharrem, artık şeyh olarak bizim işimiz bitti. Çünkü
artık televizyonlar var. Televizyonlardan herkes her şeyi öğreniyor, bize niye
gelsinler? demiştir.
Bu çok doğru ve
akıllı bir tespittir. Hele Rahmetli Haydar baba bugünkü bilgisayar ve internet
çağına yetişse idi, tekkenin kapısına kendisi derhal kilit vururdu herhalde...
Tekkeler, dergâhlar
bilgi kaynaklarının olmadığı, okuma yazma oranının çok düşük olduğu dönemlerde
insanları, iyiye, güzele yönlendirerek doğru yaşamalarını sağlamış, kültür kurumlarıdır.
Bu kurumların yaptığı hoşgörüye dayalı hizmetler her türlü takdirin üstündedir.
Ama uzun zamandır bu kurumlar işlevlerini kaybetmişlerdir. Zaten zamanla
babadan oğula geçen bir hanedanlığa dönüşüp yozlaştıkları bir gerçektir.
Başlangıçta, posta “erbabı” yani ehil
olanalar otururken, daha sonra “evladı”
oturmuş ve yozlaşma başlamış. Bu yerler bir geçim kapısı olarak görülmüş, mana
yerine madde hâkim olmuştur. Zaten günümüzde bilgi kaynaklarına ulaşmak için
bir tuşa basmak yeterli hale gelmiştir. Rahmetli Atatürk, ileriyi gören büyük
bir devlet adamı olduğunu yozlaşan bu kurumları kapatarak göstermiştir.
Programda sözü edile
askerlik olayına da açıklık getirmek isterim.
Rahmetli Sâmiha
Ayverdi Hanım, “Abide Şahsiyetler”
isimli eserini yanılmıyorsam 1977’de yayınladı. Maalesef Alaettin Yayıntaş’ı
fazla araştırmadan, anlatılan olayı kitabına koydu. Kitaptaki o bölümü okuyunca
kendisine bir mektup yazdım. Bu olayın Alaettin Yayıntaş’la ilgisi olmadığını,
çünkü askerliğini babamla birlikte “Trudovak”
olarak ikinci dünya savaşı sırasında Bulgar idaresi zamanında yaptığını
anlattım. Ayrıca bu kişinin uygunsuz yaşayışını naklettim. Cevaben bana yazdığı
mektupta, her toplumda böyle kişilerin olabileceğini ifade etti. Ayrıca Süleyman
peygamber zamanından bir hikâye naklederek, kuşlara zarar veren bir din
adamının, din adamı kıyafetiyle kuşları aldattığını bu yüzden bu kıyafetten
soyulduğunu nakletti. Alaettin Yayıntaş gibi kişilerin de, insanların
aldanmamaları için, şeyh kisvesinden soyulması gerektiğini ilave etti. Sâmiha
Hanım burada fazla araştırma yapmadığı için, istemeden sözde din adamının
reklamını yapmıştır. Bu sözde din adamının gerçek yüzünü bilenler, bundan sonra,
tanıtılan geçek din adamlarına da şüphe ile bakacaklardır.
![]() |
Yazıda sözü geçen fotoğrafın ön ve arka yüzü |
Alaettin Yayıntaş
babamın asker arkadaşıdır. Bulgarlar askere aldıkları Türklere silah vermemek
için, “Trudovak” diye bir askeri sınıf
icat etmişlerdir. Trudovak, işleyen, çalışan olarak tercüme edilebilir. Çünkü
bu sınıfa sadece Türkler ve çingeneler alınıp kazma kürekle yol yapımında ve
inşaatlarda çalıştırılarak askerlik süreleri tamamlanırdı. Bu askerlerin, asker
kıyafetleri yoktur. İş elbiseleri ile çalışmaktadırlar. İkinci dünya savaşında
Almanlarla müttefik olan Bulgarlar Makedonya’da yönetimi ele almışlardır. İşte
babam ve Alaettin Yayıntaş bu dönemde aynı yerde askerlik yapmışlardır. Elimde
babamla Alaettin Yayıntaş’ın Trudovak askeri olarak çekilmiş bir fotoğrafı var.
Fotoğrafın arkasında babam tarafından el yazısı ile yazılmış; “Sevgülü Annecıgim Alaydin efendi ile
Çektigımız bir eskerlik futugrafimizi günderiyorus” yan tarafta “oğlun Abbas” sağ üst köşede ise “29-6-1943” tarihi ve altında “Konyu” yazısı bulunuyor. Bu fotoğraf, “Çıkayım Gideyim Rumeli’ne” isimli
kitabımda da yer almaktadır. Trudovak’ta Hıristiyan yemek kazanı yoktur, sadece
Müslüman kazanı vardır. Çünkü burada askerlik yapan Hıristiyanlar yoktur.
Hıristiyan ve
Müslümanların birlikte askerlik yaptığı dönem Komünist Tito dönemidir. Tito ise
ancak İkinci Dünya savaşından sonra yönetime gelmiştir. 1947’de geçtiği
söylenen olay ya hayal ürünüdür ya da başkası tarafından yaşanmış ve Alaettin
Yayıntaş tarafından kendisine adapte edilmiştir.
Trudovak askerliği
çok zor bir askerliktir. Babam gibi köyde ağır işlerde çalışmaya alışmış insanlara
bile zor gelen bir askerliktir. El bebe gül bebe büyümüş, şehzade(!) diye el
üstünde tutulmuş ve hayatında hiçbir iş görmemiş, zayıf çelimsiz Alaettin
Yayıntaş için bu askerliğin nasıl zor olduğunu varın siz tahmin edin!
Fotoğrafta babam ne kadar güçlü görünüyorsa, Alaettin Yayıntaş o kadar cılız ve
çelimsiz görünüyor. Rahmetli babam, normal işleri bile yapamayan, hiçbir
zorluğa katlanamayan, Ahmet babanın bu cılız, güçsüz ve her yönüyle zayıf
iradeli oğlunu korumakta çok zorlandıklarını, bunun için Bulgar görevlilere
devamlı hediye ve rüşvet verdiklerini anlatırdı. En basit güçlüklerle baş
edemeyen böyle birinin günlerce aç kalacağına doğrusu benim aklım ermiyor. Bu
yüzden Sâmiha Ayverdi’nin kitabına aldığı bu hikâyenin gerçek olması pek mümkün
görünmüyor. Çünkü mal meydandadır.
Bütün bu
anlattıklarımla günümüz dünyasında fanilere hazret denmesi bile tartışma
konusuyken Alaettin Yayıntaş gibi birine “hazret”
diyerek onu yücelten anlayışın yanlışlığını ortaya koyduğumu düşünüyorum. Ayrıca
bu yüceltmenin, doğruluk adına adalet adına Müslümanlık adına büyük bir yanlış
olduğunu söyleyebilirim. Bu yaklaşım, çeşitli şekilde bu kişiden zarar görmüş
bazı insanların vicdanını da yaralamıştır. Biat kültüründen kurtulup yüce
Allah’ın emrettiği gibi aklını kullanan bireyler olmazsak, içte dışta bizi daha
çok sömürürler. Yanlışta olanları Allah ıslah etsin.
Tv programını ben de seyretmiştim.Ne yazık ki programda Alaeddin Yayıntaş için İzmir'deki bir Üniversite'de kürsü kurma fikri bile ortaya atıldı,bunu da ilave etmek isterim.İnşallah yazdıklarınız,ona inanan tertemiz Evlad-ı Fatihan torunlarının kurtuluşuna vesile olur.Mürşid olarak Kur'an yeter.Gönlünüze,kaleminize sağlık.Saygılar.
YanıtlaSilKaleminize, emeğinize sağlık. Nurlar içinde yatsın, Mekanı cennet Rahmetli annem 2 Yıl Rahmetli O büyük insan Ahmet babanın yanında 2 yıl yaşamış. Her türlü işlerinde yardimci olmuş. 1950 Yılında rahmetli annemi babam ile evlendirdigi yılda Şeyh Ahmet baba hakkın rahmetine kavuşmuş. Rahmetli annem saygıyla ve gözleri yaşla dolarak söz ederdi Ahmet babadan. Sonrasında, sizin yazdıklarınıza katılıyorum.Çevremizden aldığımız duyumlar sizin anlattıklarınızla örtüşüyor.
YanıtlaSilYazınızı okuduktan sonra duyarsız kalamadım efendim. Hoşça kalın.Allaha emanet olun.
1951 Köprülü doğumlu-Muazzez