Aşşa Küüli Hasan Dayı |
Hasan Dayımın (Hasan Dervent) öldüğünü duyduktan sonra iki gün boyunca dilime bir türkü takıldı: “Çekti bizi şu İzmir’in taşi toprai”. Yolda, arabada, derste, evde farkında olmadan bu türküyü mırıldanır oldum. Hem de Hasan Dayının Rumeli şivesi ile...
“Az yaşa çok yaşa akibet gelcek başa!”
der bizim Rumeli’li hemşehriler... Hasan Dayı da Türkiye ortalamasına göre
uzunca yaşadı doksanına yaklaşmış yaşıyla... Geçen yüzyıl başlarında Makedonya’nın
Köprülü kasabasına bağlı Çeltikçi Köyü’nde başlayan hayatı İzmir’de noktalandı.
Çeltikçi köyü eskiden şimdi bulunduğu yerden daha aşağılarda, Topolka deresinin
karşı tarafında bir yerde bulunuyormuş. Babamın dayısı olan Hasan Dayı’nın
babası Hüseyin Dayı aşağıdaki köyden şimdiki köye en son taşınan kişi olmuş, bu
yüzden aşağı köylü lakabı önce ona sonra da Hasan Dayı’ya kalmış, tabi Çeltikçi
ağzıyla ‘Aşaa Küüli’ olarak... Aşaa Küüli Hasan’ı bilmeyen Çeltikçili yoktur.
Kendine has bir şahsiyetti; sesi çok güzeldi. Özellikle Rumeli türkülerini kendine has şivesiyle çok güzel okurdu. Onun bulunduğu mecliste türkü okunmaması mümkün değildi. Şakacı, hoş sohbet çevresinde çok sevilen bir insandı. Yavaş yavaş şuurunu kaybeden Hasan Dayı, başkasına fazlaca yük olmadan bu dünyadaki macerasını tamamladı.
Çok güzel bakıldı. Ölümünden birkaç ay
önce hiç hesapta olmayan bir şekilde, ziyaretine gitmiştim. Gelini Fatma Hanım,
Hasan Dayıya sarılarak;
“- Bizi böyle çek dayı, biz gelin, kayınpeder
değil, baba kızız.” demişti.
Gerçekten
öyleydi. Fatma Gelin koca gönüllü, güler yüzlü, sevgi dolu, dünya tatlısı bir
insandır. Hasan Dayı’ya kendi babasına bakar gibi baktığına inanıyorum.
Gelinler kaynana toprağından olur
derler, Fatma Gelin de kaynanasına benzemiş. Onun da adı Fatma idi ama o bizim
Fatime ingemizdi (yengemiz). O da güler yüzlü, misafirperver ve çok iyi bir
insandı. Çok ekmeğini (yemeğini) yedim; mekânı cennet olsun.
1955 yılında göçmen olarak İzmir’e
geldiğimizde Hasan Dayının güzel sesini duyan birileri, bazı tanıdıkları
vasıtasıyla İzmir radyosuna mahalli sanatçı olarak yerleştirmek istediklerinde:
“-Abe
ben okuma yazma bile bilmeyım; yapamam!” diyerek reddeder.
Okuryazarlığı
olmadığı için buna yanaşmayan Hasan Dayı, emekli olana kadar yirmi seneden
fazla, İzmir maliyesinde dosyaları birbirine karıştırmadan odacılık yapmıştır.
Hasan Dayı’nın ortaya çıkmamasını kültürümüz için büyük bir kayıp olarak görüyorum.
Hasan Dayı, Turgutlu'da. Oğlum Alper'in sünneti. |
ÇAMDİBİ-MERSİNLİ
Çeltikçililer ve Köprülü’nün diğer köylerinden İzmir’e gelenler çoğunlukla Çamdibi’ne bağlı Mersinli semtinde oturmaktadırlar. Dorfullu ve Köselerliler ve diğer Ohçebol köylerinden gelenler daha çok Gültepe semtine yerleşmişlerdir. Ayrıca Koçilarlıların Altındağ’da Koçilar Mahallesi vardır. Karşıyaka tarafında Çiğili ve Şemikler semtlerinde de Makedonya’nın değişik yerlerinden gelenlerin oluşturduğu göçmen yerleşim yerleri bulunuyor.
Mersinli’ye
ilk yerleşenlerden biri de Hasan Dayıdır. Hasan Dayı, Müslüm Dedenin Yaşar Aga
(Yaşar Çeltik) ve daha birkaç hemşehri bir araya gelerek aldıkları bir toprak
parçasını aralarında parselleyip ev yaparlar. Hem de kendileri kerpiç kesip
inşaatı bizzat yaparak… Dayanakları “Dünyada mekân, ahrette iman” düşüncesidir.
Evi olan insanın ekmeğini nasılsa çıkaracağını düşünmektedirler.
Çamdibi zamanla her türlü göçmeni
barındıran çok büyük bir şehir haline geldi. Artık burası Rumeli ve Anadolu’nun
her tarafından delmiş insanların kaynaşarak barış içinde yaşadığı, kendine has
semt kültürü olan bir yerleşim yeridir.
Hasan Dayı’nın diğer bir özelliği de
düğünlerde yemek yapmasıdır. İlk göçmenlik yıllarında yapılan düğünlerde bir
ekibin yaptığı yemekler ikram edilirdi. Çorba, etli patates veya kuru fasulye,
büryan ve helva geleneksel düğün yemekleriydi. Bu yemekler büyük kara
kazanlarda odun ateşi ile pişirilerek, büyük düğün sofralarında misafirlere
sunulurdu.
Sol başta Demir Enişte, babam Abbas Şirvan, dayım Hüsnü Civa, annem Fatime Şirvan. |
Bu ekibin renkli bir siması da teyzemin damadı Demir eniştemdi. Genellikle helvayı o yapardı. Demir Çaydan eniştemin diğer bir özelliği de çok iyi bir “okuycu” olmasıdır. Bu işi, onun kadar eksiksiz yapan ikinci bir kişi yoktur. Okuycu, düğünler için davet işini yapan kişidir. Anadolu’nun birçok yerinde davetiyeye okuntu denmektedir. Okuycu kelimesi, okuntu kelimesi ile bağlantılıdır. Demir enişte kendisine verilen davetli listesini eksiksiz yerine getirirdi. Bu ilk yıllarda basılı davetiye yoktu. Demir enişte kendisine verilen listede ismi bulunanları tek tek bulur daveti sözlü olarak yapardı. Herkes tarafından sevilen sayılan yumuşak tabiatlı çok güzel bir insandı.
Bu ekipte Hasan dayı ve Demir
enişteden başka Bahri Aga (Bahri Güler), Mandaci Abaz’ın Hakkı Aga da vardı.
Aviş Nene de bazen bu ekibe katılarak yardımcı olurdu.
Düğünler insanlarımızın bir araya
gelerek sosyalleştiği en önemli olaylardır. Türklerde, eskiden beri toy
geleneği vardır. Amaç aynı sofrada birlikte yemek yiyerek ve eğlenerek dostlukları
pekiştirmektir. Düğünler bu geleneğin en önemli etkinliğidir. Aynı sofrada
yemek yiyen, aynı müzikle coşup oyun oynayan, eğlenen insanlar arasında bir
gönül bağı ve hukuk oluşur. Birbirini seven sayan birbiriyle barışık toplum meydana
gelir.
Bu Mersinli düğünleri çok neşeli ve hareketli
geçerdi. Karaslarlı Abbas Ali ve çocuklarının oluşturduğu davul zurna ekibi
Rumeli havalarını çalar; milleti coştururdu. Payduşka, düz horo, Debreli Hasan
ve diğer oyunlar seyredenleri de coşturacak şekilde oynanırdı. Anneannem,
Kadıncık Nene köyün ebesi olduğu için her düğüne davet edilir; yaşlılık
yıllarında bile oyunlarda başı çekerdi.
Abbas Ali’nin davul zurnaları katıksız
Rumeli çalgılarıydı. Hele zurnalar Anadolu’da çalınan ufak zurnalar yanında çok
büyüktü. Ekipte iki zurna bulunurdu, biri melodiyi notasına göre çalarken
diğeri notasız düz olarak ses takviyesi yapardı.
Artık ne Abbas Ali kaldı ne de o davul
ve zurnalar… Düğünlerde şimdi yine Rumeli havaları çalınıyor ama alafranga
çalgı aletleri ile...
Yemekler de değişime ayak uydurdu,
daha doğrusu yemek verme âdeti pek kalmadı. Bir parça pasta, bir bardak
meşrubatla yeterli oluyor. Düşünüyorum o ilk göçmenlik yıllarında daha mı
zengindi insanlar? Şimdi daha zengin oldukları muhakkak ama anlayış değişti,
ihtiyaçları arttı. Düğün yemeği verecek meydan da kalmadı zaten… Günümüzde,
salonlarda yemekli düğün yapanlar da var tabi.
Hayatın özü değişim değil mi? Hiçbir
şey olduğu gibi kalmıyor, zaman hükmünü icra ediyor. Önemli olan özden
uzaklaşmadan, insanlığı ayakta tutan değerleri yaşatarak değişmektir.
Bir de düğünlerde komiklik yaparak
insanları güldüren Mazlum Aga vardı. Değişik kıyafetlere bürünüp, yüzünü de
boyayan Mazlum Aga özellikle çocukların sevdiği bir figürdü.
Bu eğlendirme işi memleketten gelen
bir gelenekti. Memlekette, bir ekip tarafından köy orta oyunu diyebileceğimiz
oyunlar düzenlenip oynanırdı. Bir ekip,
hazırlanan senaryolara bürünerek halkı güldürmeye çalışırdı. Bazen kadın, bazen
ayı ve başka kılıklara girip rol yaparlardı. Çeltikçi’de bu ekip, annemin
amcası Civanların Rasim (Rasim Civan), Mazlum Aga ve Kaso Maarem’den (Muharrem)
oluşurdu. Zaman zaman Aşaa Küüli Hasan dayının da bu ekibe katıldığı olurdu. Bu
ekibe “düğünün gülleri” denirdi.
HASAN DAYININ KOLUNDAKİ DÖVME
Ufak bir çocukken Hasan Dayı’nın kolundaki dövme hep dikkatimi çekerdi. Bu dövme üstte bir hilâl, altta, “ACAN” (ASAN) yazısından oluşuyordu. Bu dövmeyi bir moda veya özenti sonucu yaptırdığını zannederdim. Gerçeği yıllar sonra babamdan öğrendim. Bu dövme köyde yaşanan dramatik bir olay sonucu gelişen durum sonucu yapılmıştı.
1943 yılında Çeltikçi’de dramatik bir
olay meydana gelir. Köprülü’nün varlıklı Hristiyan ailelerinden Manifaturacı
Slave’nin oğlu Angel Partizanlara katılmıştır. Bu yıllar mücadelenin en
kızıştığı yıllardır.
İkinci Dünya Savaşı’nda Yugoslavya’yı
Almanlar ve Bulgarlar birlikte işgal etmişti, Tito da onlara karşı Partizan adı
verilen gerillalarla savaş vermekteydi. Tito, komünist düşüncelere sahip
olmasına rağmen, Amerika ve İngiltere tarafından her yönden desteklenmekteydi.
Yapılan propaganda çalışmaları sonunda
kendilerine her kesimden katılmalar oluyordu. Fikirleri, bilhassa gençler
arasında çok sayıda taraftar buluyordu. Yirmili yaşlarında olan Angel de
yaşının verdiği heyecanla yeni bir düzen ve hayat vadeden bu akıma kendisini
kaptırır. Evdeki rahat hayatını terk ederek Partizanlara katılır. Fakat dağdaki
hayat umduğu gibi çıkmaz. Bu ortam Manifaturacıların kibar, rahat yaşamaya
alışmış oğullarına çok ağır gelir. Kısa süre sonra hastalanır. Dağda tedavi
olmaya çalışır ama bir türlü iyileşemez. İyi olmak için Köprülü’deki evine
dönmesi gerekmektedir.
Angel, Çeltikçi üzerinden gizlice Köprülü’ye
ulaşmayı planlar. Çünkü burada babası Slave’nin alışveriş yaptığı, aile dostu
sayılabilecek Bakkal Hasan (Bakal Asan) ailesi vardır. Onların evine ulaşırsa
Köprülü’ye rahatlıkla varacağına inanmaktadır. Yardım edeceklerinden emindir.
Bu insanların evine defalarca gitmiştir.
Bu düşünce ile gizlice Bakkal Hasan’ın
evine ulaşır. Bakkalların Bulgarlardan ne kadar korktuklarından haberi yoktur. Bu
dönemde Bulgarlar, Türklere çok kötü davranmaktadırlar. Türklere zulmetmek için
hiçbir fırsatı kaçırmıyorlardı. Bir söylentiye göre Bulgarlardan çok korkan
Bakkal Hasan tarafından ihbar edilir veya korktukları için eve almazlar ve
ortada kalır.
Çeltikçi’nin doğusundaki Raştana köyü
tarafında “Muto’nun Çeşmesi” mevkii tarafından Köprülü’ye giden kestirme bir
yol bulunmaktadır. Angel hasta haliyle buradan Köprülü’ye gitmeye çalışırken,
vurularak öldürülür. Köylülerden Aşa Küüli Hasan, Emo Demir, Geşo ve Dimço
silah sesine koşunca ölüsüyle karşılaşırlar. Ölüsü opiştinaya (muhtarlık)
taşınır.
Köyün Hristiyanları olayı duyunca
Partizanlara küfürlü şarkılar söyleyip oynarlar. Makedonya’da yaşayan
Hristiyanlar hep kuvvetliden yana olmuşlardır.
Sık sık yönetim değişmesi onları
duruma göre davranmaya alıştırmıştır. “Sabah Bulgar, akşam Sırp” anlayışı
geçerli olmuş daima… Partizanlara karşı küfürlü şarkı söyleyip ölüyü tekmeleyen
Tose Andelev partizanlar gelince Komünist partiye girerek subay olmuştur.
Gencin ölüsü önce bizim mezarlığın
altına gömülür. Partizanlar gelince buradan çıkarılıp Köprülü’de kendi
mezarlıklarına naklederler.
Köy bekçisi olarak silahı olan Hasan Dayı,
bazıları tarafından birinci şüpheli olarak görülür. Bu yönde dedikodular
yayılır. Gerçekte olayla uzaktan yakından ilgisi yoktur, böyle olduğu için de
hiçbir takibata uğramaz.
Bir müddet sonra partizanların
iktidara geleceği anlaşılınca Hasan Dayıyı ve babamı bir endişe sarar.
İnsanların basit suçlamalarla sorgusuz sualsiz kurşuna dizildiği böyle bir
ortamda, Hasan Dayı’nın akıbetinden endişe ederler. Bu duruma bir çözüm bulmak
için uzun uzun düşündükten sonra, Hasan Dayı’nın partizanlara katılmasının
uygun olacağına karar verirler. Böylece bir partizan iktidarında hak sahibi
olması düşünülür.
Partizanlar kendilerine katılanların
koluna bir haç ve isimlerinden oluşan bir dövme yapmaktadırlar. Böylece
kendilerine katılanların daha sonra vazgeçip ayrılmalarını önlemek için onları
damgalamış olmaktadırlar. Hasan Dayı’nın koluna da aynı dövmeyi yapmak
istediklerinde, itiraz ederek; “ben Türküm; bana krıst (haç) yerine ay yapmanız
lazım” der. Böylece koluna hilâl ve altına da Hasan ismi ACAN (Asan) olarak
yazılır.
Tito’nun komünist iktidarında Hasan
Dayı temize çıkar ama dövme kolundan bir türlü çıkmaz. Bu dövmeden hep
rahatsızlık duyar. Türkiye’ye gelince bundan kurtulmak için birçok doktora
gitmesine rağmen iz kalacağı için bu partizan işaretini ölünceye kadar taşımak
zorunda kalır.
Kendisiyle muhabbetimiz çok iyi idi.
Onunla her şeyi konuşurduk. Tahsilimize, bilgimize saygı duyar bilmediği merak
ettiği şeyleri sorar, dikkatle dinlerdi. Biz çocuklara şiir okutur, şarkı
söyletir, taklitler yaptırırdı. Biz de onun anlattıklarını zevkle ve büyük bir
merakla dinlerdik.
Almanya’da çalışan çocukları izin
dönüşü onu köyü Çeltikçi’ye bırakırlar, evini sattığı Müslüman Boşnak'a misafir olur,
gençliğinin geçtiği yerleri gezip hatıralarını tazelerdi.
Son gittiğinde bizim değirmenin
bulunduğu Karamusli’ye gitmiş. Değirmenin üst tarafında partizanlara katılırken
hasta kız kardeşine ve ailesine veda ettiği büyük taşa oturup türkü söyleyerek uzun
uzun ağladığını anlatmıştı. Bu, hasta kız kardeşini son görüşü olmuş.
Veremden ölen Şükriye Teyze, Gogiş Ali
(Şirvan) dayının ilk hanımıdır. Bunları bana anlatırken gözleri yine yaşlıydı.
Bu olay, onun ne kadar duygulu, sevgi dolu ve hatıralarıyla yaşayan bir insan
olduğunu gösteriyor.
Çeltikçi’nin Boşnaklara satılması da ayrı bir olaydır. Bizim köylümüz, milli duyguları kuvvetli, inançları sağlam insanlardır. Onların tabiriyle “köyü gâvura bırakmamak için” çareler aramışlar, Makedonya’ya yerleşip zamanla Türkiye’ye gelme düşüncesinde olan Sırbistan’ın Sancak bölgesindeki Novipazarlı (Yenipazar) Boşnakları bulmuşlardır. Böylece Çeltikçi, bir Boşnak köyü olmuş ve kültür varlıklarımız, onlar tarafından korunmuştur. Mezarlıklarımız, içinde bulunan türbelerimiz ve camimiz hâlâ ayakta duruyor.
Yeri gelmişken, Çeltikçi’ye kültürü ve
bilgisi ile çok büyük hizmetler yapmış olan Köprülü’lü Ahmet Hoca’yı anmadan
geçmek olmaz. Ahmat Hoca köyümüzde bir süre öğretmenlik yapmış bir imamdır. O,
sıradan bir imam değildir. Dini bilgisi yanında sağlam bir tarih bilgisi ve
şuuruna da sahiptir. Uzun kış gecelerinde meraklı gençlere, özellikle Türk
tarihini anlatarak, milli şuurun canlı kalmasında çok büyük bir rol oynamıştır.
Babam ve onun yaşıtları, bilhassa Osmanlı tarihi hakkında şaşılacak derecede
bilgi sahibi olmalarını Ahmet Hoca’ya borçludurlar.
Okula gidememiş olan gençlere, okuma
yazma öğreterek bu konuda da çok büyük bir görev yapmıştır. Ahmet Hoca’dan
ilerlemiş yaşlarında okuma yazma öğrenen birçok köylümüz vardır.
BERBER ÜSNİ VE MİKO (KEL ÜSİİN)
Bahri Aga, Babam Abbas Şirvan, Berber Hüsnü, Adanalı Hasan Dayı, Muhtar Ayet Aga, Yerde yatan Miko. |
Hasan Dayıyı anlatırken babamın da yakın arkadaşlar olan, berber Hüsnü enişte ve Kel Üsiin (Hüseyin Dönmez), nam-ı diğer Miko’dan söz etmeden geçmek olmaz diye düşünüyorum.
Berber Hüsnü Gürsaç, Hasan dayının kız kardeşi
Hüsniye teyzenin kocasıdır. Hayatını berberlik yaparak kazandı. O, Mersinli’nin “Köpürli
Berberi” idi. Kendine has renkli karakteri ile iyi ve hoş bir insandı. Babamın ve Hasan
Dayının sözünden çıkmaz gibi görünür ama hep kendi bildiğini yapardı. Hüsniye
Teyze ile Hüsnü eniştenin hacı hoca takıntısı vardı. Hacıdan hocadan medet umarlar;
paralarını ve zamanlarını boşa harcarlardı. Bir daha gitmeyecekleri konusunda
defalarca söz vermelerine rağmen ölünceye kadar hacı hoca takımına gitmeye
devam ettiler.
“Miko” lakaplı Kel Hüseyin de çok ilginç
bir insandı; Mikoyan marka bir tüfeği varmış, o tüfekten dolayı lakabı Miko
olarak kalmış. Başının kel olduğu söyleniyordu ama gören yoktu. Memlekette
“şilvata” denilen bir şalla başını devamlı sararmış. Türkiye’ye gelince başını
devamlı taktığı şapkasıyla gizlemeye devam etti. Köy yerinde kellik iyi
karşılanmadığı için mi yoksa takıntı yaptığından mı böyle davranmış bilmiyorum.
Günümüzde kelliğin moda olduğunu görseydi ne yapardı acaba?
Çok şakacı, dünyayı umursamayan bir
insandı. Uzun bir zaman kömürlü lokomotiflerde ateşçilik yaptıktan sonra, Metaş
demir çelik fabrikasına girerek büyük fırınlarda ateşçiliğe devam etti.
“-Bu
dünyada ateşle o kadar çok uğraştım ki öbür dünyada Allah beni cehennem ateşine
atmaz.” derdi.
En zayıf tarafı kelliğinden
bahsedilmesiydi. Böyle durumlarda hemen bulunduğu yeri terk ederdi.
Hasan Dayı’nın ölümüyle bir devrin
kapandığını hissediyorum, özellikle o, ailemiz içinde belirli bir dönemi temsil
eden kuşağın son temsilcisiydi.
Bütün ölmüşlerimize Tanrı rahmet
eylesin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder